Okulda bir ayın özeti: Umutlu başlangıç erken yorgunluk

Ayşe Alan

Geçen yıl okulların açılması gündeme geldiğinde “Ya herşey eskisi gibi olursa” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda daha çok eğitimin içeriğine odaklanmış, aynı müfredatla devam etmenin, özellikle içinde yaşadığımız küresel sorunun acı bir şekilde gösterdiği üzere çocukların ihtiyaçlarını karşılamadığını vurgulamıştım. Bu eğitim öğretim yılına tüm sorunlara rağmen umut ve büyük bir heyecanla başladık. Nitekim öğrencilerin okula dönüşü acil bir ihtiyaç olduğundan ve kervanı yolda düzmeye alışık olduğumuzdan bir takım adaptasyon çalışmaları yapılması muhtemeldi.


Aylar sonra açılan okullarda bir aylık eğitimi tamamladık. Bir ayın kısa özeti: Umutlu başlangıç ve erken yorgunluk. Planlamalar daha gerçekçi yapılıp zamanında adımlar atılabilseydi elbette başka bir yerde olabilirdik. Bir buçuk yıldır pandemi ve uzaktan eğitim deneyimini yaşayan öğretmen ve öğrenciler için okul Mart 2020'deki okul değil ancak mevcut uygulama öyle. Geçen bir ayda görüldü ki okulu pandemi öncesi alışkanlıklarla devam ettirmek, heyecanla başlanan eğitim yılını olumsuz bir deneyime dönüştürüyor. Sanki 2020 Mart’ının ikinci haftasındaymışız gibi açılan okullar, aynı ders saatleri, aynı müfredat, aynı ders süreleri, aynı tenfüs süreleri ile devam ettirildi. Sonuç olarak olan yine çocuklara ve öğretmenlere oldu. Bu tempo ile pandemi aynı şekilde devam ettiği takdirde, yılın geri kalanı daha çok yorgunluk, okuldan soğuma, akademik başarızlık ile devam edecektir.

Oysa okula dönüş çok önceden, gerçekçi, öğrenci ve öğretmeni gözeten bir şekilde planlanmalıydı. Sene başında tüm sınıf düzeyinde öğrencilerin akademik, sosyoduygusal hem psikomotor becerilerinin gözlemlendiği ve değerlendirildiği çalışmalar yapılmalıydı. Deneyimlerimizi uygulamaya yansıtabilmemiz gerekirdi. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca uzaktan eğitim yapıldı. Demek ki ders içeriğini öğretmek için okul binalarına gerek yoktu. Bu süreç uzayınca okulun sosyal-duygusal gelişime etkisi fark edildi (en azından dillendirildi), aslında bu da bir tür zorunluluk olarak ortaya çıktı, çünkü çocukların bu ihtiyaçları apaçık ortadaydı. Bu noktada sosyal duygusal becerilerin akademik beceriler ile bağının ne kadar güçlü olduğunun da altını çizmek lazım. Sosyal-duygusal beceriler çocuğun öğrenmeyle olan ilişkisinde oldukça belirleyicidir. Bu konuda bir gelişme ihtiyacı mevcut ise etkili öğrenmenin gerçekleşmesi zorlaşır.

Küçük sınıf seviyelerinde öz bakım, sorumluluk, okul kültürüne uyum gibi alanlarda sıkıntılar yaşanacağı, ergenlerin her zamankinden çok rehberlik desteğine ihtiyaç duyacağı, uzun saatler maske ile kalmanın öğrencileri günün önemli bir kısmında yorgun düşüreceği, verimin azalacağı apaçık ortadaydı. En acil ihtiyaçlardan biri olarak müfredat seyreltilmeliydi. Hakikaten nereye yetişiyoruz? Ya da bu çocukları nereye yetiştiriyoruz? Müfredat bu kadar vazgeçilmez bir içerik mi? Madem öyle niye öğrencilerin ulusal ve uluslararası sınav performansı bu kadar düşük? Daha esnek, ihtiyaçlara göre öğretmenin şekillendirebileceği, temel kavramsal öğrenmenin esas alındığı bir yapı daha düşük bir başarı mı getiririr?

Düşünün, pandemi başladığında 3. sınıf olan bir öğrenci, şimdi ortaokulda. Her dersin öğretmeninin farklı olduğu, akademik olarak daha ağır bir sisteme girdi. Bu öğrencinin okula uyum sürecine daha çok zaman ayrıldığı bir okul başlangıcına ihtiyacı vardı. Aynı şekilde 7. sınıfta olan bir öğrenci şimdi liseli, benzer sorunlar onun için de geçerli. Basit bir biçimde günde ortalama sekiz saat ders, ders sürelerinde 40 dakika, liselerde 42 saatlik ders çizelgesi ısrarı bile ihtiyaçları görmemenin, kağıt üzerinde karar vermenin örnekleri. Bu noktada bir kurum olarak “okul”u durup düşünmekte fayda var. O kadar az sorguluyoruz ki, sanki insanın varoluşundan beri değişmez, sarsılmaz, vazgeçilmez bir okul sistemi varmş gibi içselleştiriyoruz. Oysa ki bizim bildiğimiz türden zorunlu eğitim okul sistemi Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkar ve ulus-devletin vazgeçilmez kurumu haline gelir. Okul ülkemizde hâlâ devletin sınırlarını çok net çizdiği bir kurum. Bu sınırlar yerel ihtiyaçlardan çok uzak. Çocuklar, merkezi bir sistem ile, tam da “milli” kavramının hakkını veren bir yapının tedrisatından geçiyor. Bu yapıyı başka türlü tasarlamayı düşünmek okul binasından, bahçesine, ders saatinden, tenefüslere, müfredattan, ders çeşitlerine kadar başka türlü bir eğitime kapı açmaya niyetlenmek anlamına geliyor. Bunun için en azından uzaktan eğitim deneyimlerimizi daha iyi bir eğitim için kullanarak başlayabiliriz. Aksi durumda bir eğitim yılını daha harcamış olacağız.