Ödüllü çevirmen Ülker İnce, çeviri okurundan beklenecek bir tek şey olduğunu belirterek, “O da iyi çeviriyi kötü çeviriden ayırmasıdır. Genelde okurlar bu işi çok iyi becerirler” diyor

Okura kötü çeviri yutturamazsınız

KADİR İNCESU

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün son sahibi Ülker İnce ile Tekin Yayınları tarafından yayımlanan ‘Çeviri Bilinci-Çevirenler Çeviremeyenler Çeviriverenler’ adlı kitabı üzerine konuştuk.

>> “… bazı algıları, çeviriden beklentileri değiştirmek için uğraştım ancak savaşı kazanamadım” diyorsunuz. Beklentiler, algılar ile verdiğiniz mücadeleden söz eder misiniz?

Şöyle bir gözlemim var: Ülkemizde benim yoğunluklu olarak çeviriye (çevirilerimin yayımlanması anlamında) başladığım 80’li yıllarda dilbilimini, genelde bütün bilgi alanlarında kapalı kapıları açmak için yeni bir anahtar gibi kullanma eğilimi çok yaygındı. Çeviri de, bu modadan en çok payını alan bir üretim alanıydı. Yani çeviri temelde dilsel bir işlem olarak görülüyor ve sonuçta da iyi çeviriden (sözüm ona aslına sadakat olarak) dilsel benzerlik talep ediliyordu. Bu arada çeviribilimciler çevirinin yalnızca dilsel bir aktarım olmadığını söylüyor, yazıyorlardı ama sesleri pek duyulmuyordu. (Ya da ben duymamıştım diyelim.) Onların seslerini duymadığım halde bir gerçeği görüyordum: Yalnızca dilsel benzerliğe dikkat ettiğim zaman ortaya çıkan aktarım hiç de iyi bir çeviri olmuyordu, çevirinin daha başka bir şey olması gerektiğini düşünüyordum. Kaynak cümledeki sözcüklerin, yapıların karşılıklarını aynen kullandığımda okunmaz ve anlaşılmaz, aslında içi boş bir cümle ortaya çıkıyordu. Kitaplar çevriliyor ama bazen ne okunabiliyor ne de anlaşılabiliyordu. Böyle böyle çok kâğıt ziyan ediliyordu. Daha sonra çeviribilimcileri biraz biraz okuyunca gördüm ve açık seçik bir biçimde anladım ki çeviri gerçekten de yalnızca dilsel bir işlem değildir, bir dilde yazılmış metinlerin dilsel ögelerini başka bir dildeki karşılıklarıyla aktarmak değildir, her dil topluluğunun dili farklı uzlaşımlar içerir, her dil topluluğunun algılama alışkanlıklarını da dil belirler. Bir dil topluğu bir olguyu şöyle algılarken başka bir dil topluluğu böyle algılar. Bilmece gibi konuşmayayım, örneğin Türk dilini konuşan bizler “öfkem tepeme çıktı” deriz, yani öfkenin artmasını böyle bir şey olarak algılarız, İngilizcede bu başka türlü algılanır, öfke kimsenin tepesine çıkmaz. Çevirmek demek kaynak metindeki ögeleri başka bir dile aktarırken o dil topluluklarının dillerinin yapıları, sözcük dağarları, kültürleri, söyleme alışkanlıkları, beklentileri, dilsel uzlaşımları, algılama biçimleri, hatta metinleştirme gelenekleri arasındaki büyük farkları dikkate alarak aktarmak demektir. O zaman dilsel, mekanik benzerlik, hiçbir anlam ifade etmez. Oysa bugün yayınevlerinde, çevirmenlerde, çeviri yayın editörlerinde işte bu hiçbir anlamı olmayan, basite indirgenmiş çeviri anlayışı hala egemen.

>> Bu süreçten istediğiniz gibi çıkamamanızın nedenleri neler?

Hangi çeviri anlayışının değişmesini istediğimi yukardaki soruya verdiğim yanıtta anlatabilmişimdir umarım. O basit çeviri anlayışı neden değişmedi? Basit olduğu için değişmedi, çeviride mekanik benzerlik aramak ya da sağlamaya çalışmak–çevirmen için de, yayımcı için de, editör için de- kolaydır, öteki zordur. Tek bir etmene (benzerliğe) dikkat etmek mi kolaydır yoksa onlarca etmene dikkat etmek mi? Onarca etmenin neleri kapsadığını aşağı yukarı saydım ama saymadıklarım da var. Örneğin metinlerin malzemesi dildir ama dili kullanma biçimi, kullanan insanın yeteneğine ve amacına göre değişir; bir haber iletmek için dili bazen dümdüz kullanırsınız, bazen de farklı etkiler ya da anlam katmanları yaratmak istersiniz. Demek ki çeviride bunlara da, yani yaratılmak istenen dilsel etkilere ve yan anlam boyutlarına da duyarlı olmak gerekir. Bunun da Türkçesi metinbilimdir. Dili belli biçimde kullanan, bir metnin içeriğini belli bir biçimde düzenleyen kişinin dili öyle kullanarak ve içeriği öyle düzenleyerek neyi amaçladığını çözümleyebilme bilgi ve becerisine sahip olmak gerekir.. Daha uzatmamak için basit bir şey söyleyeyim: Çevirmen yalnızca dil bilen bir insan değildir. Dili bilmenin ötesinde dilin, bir dil ve kültür topluluğunun iletişim ve algılama aracı olduğunu unutmamalı, o topluluğa ait metinleştirme geleneklerinden haberdar olmalıdır.

>> Çeviride aslolan; çeviri, çeviri kuramı, çeviribilimle çeviri uygulamaları arasındaki bağı bir bütün olarak mı değerlendirmek olmalı?

Ben böyle çeviribilim falan dedikçe bana her zaman sorulan bir soru oluyor: Kısaca, çeviri yapmak için çeviribilim bilmek gerekir mi, gibi bir soru soruyorlar. Ben de hep aynı yanıtı veriyorum? Gerekmez. Kimseyi sevindirmek için söylemiyorum bunu elbette. Ancak ikisi arasında dolaysız bir ilişki yoktur anlamında söylüyorum. Dolaysız bir ilişki yoktur demek dolaylı bir ilişki de yoktur anlamına gelmiyor. Vardır, hem de çok ÖNEMLİ bir ilişki vardır. Bir insan, yaptığı işin doğasını, o işin nasıl bir iş olduğunu, hangi nedenle yapıldığını, neye hizmet ettiğini, toplumdaki işlevini bilmeden işini iyi yapabilir mi? Bütün bunları ayrıntısıyla bilmek isteyen, dolayısıyla da işini bilerek, “çeviri bilinciyle” yapmak isteyen çevirmenlere elbette çok yararı olur çeviribilimin çünkü çevirinin ne olduğunu çevribilimden öğrenebilir, çeviri bilincinizi oluşturabilirsiniz. .

>> Çeviri bilincine sahip olmak ne demektir?

Çeviri bilincine sahip olmanın neleri içerdiğini aşağı yukarı söyledim sayılır aslında. Şimdi isterseniz çeviri bilincine sahip olarak çeviri yapmak ile olmadan yapmak arasında nasıl bir fark bulunabileceğini düşünülelim. Çeviri bilincine sahip olmak demek ne yaptığını bilmek demektir öncelikle, çeviri seçimlerinizi gerekçelendirebilmek, savunabilmek demektir. Gerekçelendirirken de olası bütün başka aktarım olanaklarını ve gerekçelerini düşünmeye çalışmak demektir. İlk aklınıza gelen gerekçeye sığınmak olmaz. Ne yaptığını bilmeden yapmanın iyi bir şey olduğunu kimse söyleyemeyeceğine göre bunu konuşmaya gerek bile yok herhalde.

DİLİ BOZMAK İÇİN YARIŞIYORLAR

>> Okurun, çeviri bilincindeki yeri nedir?

Çeviri okurundan beklenecek bir tek şey vardır, o da iyi çeviriyi kötü çeviriden ayırmasıdır. Genelde de okurlar bu işi çok iyi becerirler. Onlara kötü çeviriyi yutturamazsınız. Ancak artık çoğu yutuyor gibi geliyor bana. Yıllar önce kötü çeviriler yüzünden Türkçe’nin bozulmaya başladığından yakınıp durmuş, bu konuda yazılar yazmıştım, şimdi bakıyorum Türkçe konuşanların neredeyse hepsi Türkçeyi bozmak için yarışıyor. Herkes artık ağzından çıkanı kulağı duymuyormuş gibi konuşuyor. İnsanlar hiç kullanmaya alışık olmadıkları, hatta tam olarak anlamlarını bilmedikleri sözcükleri, yapıları, bilir bilmez kullanmaya bayılıyor. “Bu kitap kült oldu,” ne demek, niçin “Bu kitap çok sevildi, okundu ya da rağbet gördü” demiyorsunuz? “Her şey kaos içersinde” deniyor bir reklamda! “Her yer her yerde” ya da “Ortalık karmakarışık” demeyi beğenemiyorlar. Bu nasıl iştir? “Süreç” sözcüğüne, ne bileyim “söylem” sözcüğüne bayılıyorlar, doğru kullansalar bayılsınlar diyeceğim ama bu kavramların içeriklerini hiç bilemedikleri o kadar belli ki. “Laf/söz” denecek yerde “söylem” derseniz söylemin içeriğini de bilmediğinizi düşünürüm elbette. Türkçe konuşmak aşağılık duygusu mu yaratıyor sizde, bunları kullanırsak daha bilgili, mürekkep yalamış gibi görünürüz mü diyorsunuz? Hiç anlamıyorum.

okura-kotu-ceviri-yutturamazsiniz-716143-1.

>> Bir arkadaşım, 6-7 yaşlarındaki yeğeninin sürekli ağlayan küçük kardeşine “Hey dostum senin sorunun ne?” dediğini anlatmıştı.

Ne yapsın çocuk, kabahat onda değil, televizyondan bunu duyuyor, büyüklerinden bunu duyuyor, biraz daha büyüsün gazetelerde de bunu okuyacak. Belki bu bozuk kullanımlar çevirilerle dile girdi ama dili konuşanlar bu bozuk kullanımlara bayılıyor. Yıllar önce bir gazete başlığını görünce dehşete düşmüş, bir yazı yazmıştım. Gazete başlığında, “Yağmurlar Yolları Boşalttı” deniyordu. Ben de, yağmurlar (örneğin polisler gibi) karar verip gidip şu yolları boşaltalım demez, bizim dilimizde biz bu bilgiyi, “Yağmurlar yüzünden yollar boşaldı” biçiminde dile getiririz, Türkçe çok mantıklı bir dildir, (insan olmayan özneler bilinçli kararlar alamaz), söyleyişler, olayların oluş biçimine uygundur, demiştim. Bugün bu bozuk yapı öylesine tepe tepe kullanılıyor ki, bana da hayrını görün demek düşüyor. Bunun sonunun nereye varacağını siz de fark etmiyor musunuz? Bazen televizyonda bazı insanlar bir araba laf ediyor, hık mık diyor, ağızlarından bazı sözcükler dökülüyor ama hiçbir şey anlamıyorsunuz. Ya da küçücük, basit bir cümleyle söylenebilecek bir içeriğin lafa boğulduğuna tanık oluyorsunuz, lafın etkisizleştirildiğine. Çok gülünç ve çok acıklı bir durum. Öyle sözcük fakiri ki bazı (ya da çoğu) insanlar, bazı maymuncuk sözler bulmuşlar kendilerine, durmadan, sıkıştıklarında o maymuncuk sözleri tekrarlıyorlar: Noktasında, bu anlamda, nezdinde, itibarıyla. ortak akıl vb. Yine, işin hangi boyutlara ulaştığını göstermek için, televizyondan duyduğum bir örnek vereyim size, biri, “Kadın cinayetlerinin bir an önce durdurulmasını istiyoruz,” diyor. Bir an önce durdurulacakmış. Nasıl? Yapılması “kısa” zaman alan işler vardır, uzun zaman alan işler vardır, “bir an önce” kısa zaman alan, bir emirle, bir uyarıyla, bir kararla hemen yapılabilecek işler için kullanılır: “Bir an önce git, bir an önce açıkla, konuş, bir an önce bunu düşünmeye başla” dersiniz örneğin. Dilin acıklı ve gülünesi haline bir örnek daha vereyim. Yine televizyonda, örneğin Bahriye Üçok’un hayatını anlatan bir kitap tanıtılırken, “Bahriye Üçok’un fırtınalı hayatı” deniyor. “Fırtınalı” mı? Ne fırtınası? Onun hayatının zorluklarla dolu olabileceğini, çeşitli zorluklara göğüs germeyi gerektirebileceğini, çileli olabileceğini biliyoruz çünkü siyasal mücadelesini, nasıl öldürüldüğünü falan biliyoruz ama Bahriye Üçok serüvenci biri miydi ki hayatı “fırtınalı” olsun. Açın bakın Türkçe sözlüğe, “fırtınalı” “Çok tartışmalı, çok karışık” falan demek. Acaba o kitapta B. Üçok’un hiç bilmediğimiz çok karışık olan hayatı mı anlatılıyor?

TÜRKÇE ÖĞRETİLMİYOR

>> Bozuk kullanımları yaygınlaştırdığını düşündüğünüz yazılı ve sözlü medyada ne yapılabilir?

Her şeyden önce, yazılı ve sözlü medya dilin kullanım tarzını belirlemede niçin bu kadar etkili sorusunu sormak gerekiyor. Bu bize okullarda öğrencilere zaten Türkçenin öğretilmediğini gösteriyor. Öğretilmiyor. Adam dilini iyi öğrense, bilse kötü kullanımlara direnir. Direnemiyor, kötü kullanımların peşinden sürükleniyor. Ne yapsın, dili konuşmak, yazmak zorunda. Çocuklar ne yapsın, kılavuz olarak karganın eline bırakılıyorlarsa? Size atalarınızdan miras kalmış dili çarpıtıp bozmadan çocuklarınıza emanet etme yükümlülüğünüzü umursamıyorsanız? Bir kez kaybedilen geri gelir mi, bilmem. Ya da bu arada başka neler kaybediliyordur, onu da bilmiyorum. Ama dilini kaybetmenin sonuçlarının neler olabileceğini düşünmek gerek. Bu ciddi bir iş.

>> Çeviride ilkeler nasıl belirlenir?

Çevride ilkeler belli bir merkezden belirlenmez kuşkusuz, bazı bilgilerin ışığında bu işi yapanların ya da ilgili tarafların sağduyularıyla kendiliğinden belirlenir. Dikkat ederseniz “bazı bilgiler” diyorum ve “sağduyu” diyorum. Bilgilerin ne bilgisi olduğunu bir kez daha söylememe gerek yok, daha önceki söylediklerimden çıkarabilirsiniz. Söz gelimi yayıncılar çevirinin okunabilir, anlamlandırılabilir olmasını ve kaynak metni yansıtmasını ya da temsil etmesini isterler, haklıdırlar; okurlar da aşağı yukarı bunu ister, onlar da haklıdır; çevirmenler de güya bu isteklere cevap verecek bir çeviri üretmek ister ama bunu becermek için ne yapmaları gerektiğini biliyorlar mı, nasıl bir donanıma sahip olmaları gerektiğini biliyorlar mı, o donanıma sahip olmak için ne yapmaları gerektiğini biliyorlar mı? Sorun burada.

>> “Her çeviri bir yorum girişimidir” ile “Çevri yeniden yazmak, yeniden üretmektir” sözleriniz çeviriye bakışınızın temeli olarak değerlendirebilir miyiz?

Çok basit ve açık bir gerçekten söz ediyorum. Çevirmen bir metni okuyor ve kendine göre yorumluyor, çevirmenin kendi diline aktardığı içerik de kendi yorumudur doğal olarak. Başka ne olabilir? Kafasındaki içerik, onun okuduğu metinden kendi yorumu soncunda elde ettiği içeriktir, o içeriği de kendi dilinde yeniden yazıya dökecektir, yani yeniden yazacaktır. Kaynak metin denen şey budur, başka bir şey değildir, çevirmenin yorumudur yani. Ha, hep tekrarladığımız bir gerçeği hatırlatayım: Çeviri kaynak metnin sözcüklerini ve yapılarını, erek dildeki karşılıklarıyla aktarmak değildir. Bunu söyler dururuz ve örneklerle de gösteririz (örneğin, Dilek Dizdar ile birlikte kaleme aldığımız Çeviri Atölyesi adılı kitapta bunun somut örnekleri vardır, öyle kafadan atmadığımızı gösteririz). Bu gerçeklerin doğal sonucu olarak da çeviri, bir metin okuma ve metin üretme becerisidir der dururuz.

>> Yaptığınız önceki çevirinin kazandırdıklarıyla, her çeviriyi yeni bir başlangıç olarak değerlendirmenizin nedeni nedir?

Bu sözümün anlamı, şimdiye kadar söylediklerimde gizli aslında. Onu anlatacağım ama önce şunu belirteyim: Çeviri deneyiminin çevirmene hiç yararını olmadığı anlamına gelmiyor bu söz. Elbette yararı vardır ama çevirmenin deneyimine güvenmemesi, her metnin karşısında ilk kez çeviri yapacakmış gibi kendini acemi hissetmesi, dikkatli, uyanık olması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Bir de şu var, çeviri yaparken çevirmenin genelde dikkate alması gereken etmenlerin sayısı çok fazladır ama belli bir metinde dikkate almanız gereken etmenlere bir başka metinde başka etmenlerin eklenmesi gerekebilir. Daha önceki çeviride şunu şöyle aktarmıştım, burada da hemen öyle yapayın demeyin, demeye getiriyorum. Bakarsınız burada bir başka etmen yüzünden başka türlü aktarmanız gerekebilir.