Okyanusu aşmış kıyıcığına oturmuş

SEDAT ÖRSEL

Japonların bir sözünü not etmişim: “Kuyudaki kurbağa okyanus nedir bilemez.” Yani o ancak içinde yaşadığı dar kuyudaki azıcık suyu ve başını yukarıya kaldırdığında da kuyunun ağzı kadar gökyüzü parçasını görebilir.

O yüzden bir kitabın önce mâbâdını çevirip, yazarının ‘cemâziyülevvel’ine ve de ‘müktesebâtı’na bakarım. Kuyudaki kurbağa ise, usulca koyarım kitabı rafa. Peşin hüküm mü? A be yes! Belki haksızlık bu yaptığım ama benim artık zamanım dar. Bilgisi, kültürü, sanatı, dünya görüşü, akıllığı, kişiliği, fırdöndülüğü, nalıncı keserliği, ikbal merakı, kalıcılığı ve ustalığı. Bir çırpıda taranır şu balık hafızamın arşivinde. Hâsıl-ı kelâm bir kitabı okumak için ömrümden harcayacağım o bakiye saatlere değip değmeyeceğini sorgularım.

HEP SORAN, SORGULAYAN

Adnan Gerger hep okuduğum bir yazardır. Saatlerime ve günlerime değer. İşte; Ses ve Sus’u başladım okumaya; bitirdim sandım. Sandım, çünkü ilk okumada kendimi kuyudaki kurbağa gibi hissettim. “Kim bilir hangi satır arasına neler saklamıştır?” dedim kendi kendime. Ve tekrar okudum! Aslında tekrar, tekrar, tekrar okuyabilir; okuması olanlar. Çünkü Adnan her zaman olduğu gibi ‘kuyu’dan bakan biri değil; o çoktaaaaan, okyanusu aşmış, kıyıcığına oturmuş; almış kalemi eline. Yaşanmışları, yaşadıklarını, gördüklerini, bildiklerini yazıyor. Rahat rahat, hiç telaş etmeden, emin ve sakin. Ömür boyu tanık olduklarını. Ne güzel söyler ünlü Seneca: “Gençliğinde bilgi ağacı dikmeyen yaşlandığında rahat edeceği, sığınacağı bir gölge bulamaz.” Adnan asla rahat edemez. O da bencileyin ‘hep soran, sorgulayandır!’ Gazetecidir, muhabirdir, televizyoncudur, yazardır, hem de edip! Çağının ‘bilgili’, ‘kayıtçı’ tanığıdır.

'MESEL VE GERÇEK'

Yıllar boyu deli gibi koşturarak edindiği bilgiler onu bir bilgi küpü ve bilge yapmıştır. Şimdi artık, yıllar boyu diktiği sayısız bilgi ağaçlarının gölgesinde bir Buda gibi oturup bilgece romanlar yazıyor. Saç ve sakal da biriktirdi ahir zamanda. Her kitabını daha dumanı üstündeyken okurum. ‘Gerçeğin meselinin gerçeğini’ anlattığı Ses ve Sus da tam benlik. Çünkü ben de bir ‘mesel’ ve ‘gerçek’ alaşımıyım. Öğrencilerim bilir; bir ‘deyişle’ başlarım hep. Sözbaşım sağlam ve ufuk açıcı olmalıdır. Derslerim, konuşmalarım, yazılarım ve ille de heykellerim bir ‘meselin gerçeğidir.’ Hisse aldığım kıssalardır. Yerli-yabancı olması fark etmez; mesel’le başlar gerçekler. Mesel nerede biter, gerçek nerede başlar nerde biter, her şey mesel olur mu? Mesel, masallaşır unutulur gider mi? Yoksa acısı ciğeri dağlar da hep gerçek mi kalır? Gerçek mesel oldu diye unutulmalı mı? Asla! Adnan Gerger, öyle güzel harmanlamış ki bu ikiliyi. Toprak, devrik geçmişlerinin peşine düşen, köklerinden sökülmüş dört ağacın hikâyesini anlatıyor; aynı sofrada buluşan gencecik Leyla’nın, Serpil’in, Özgür’ün ve Sur Civan’ın, eski, yaşlı ve hasta hikâyesini. Besleyen ve kucaklayan toprağın yüzünü kanlı tırnaklarla yırtan zalimlerin, gözyaşını akıtan annelerin, onu feth edenlerin ya da terk edip gidenlerin, ona el koyanların ya da kadrini bilenlerin hikâyeleri, acı geçmişten yapılan umuda, Ses’in ve Sus’un kardeşliğine karışıyor. Kardeşliğine; özlenene. Geçmiş günahsa, şiddet ve gazabın fay hattı nereden geçer? İnsanın depremi yüreğindedir. Düş canlıysa henüz kıyıya vurmamış dalga kimi bekler? Çöl kanunlarında mı aramalıydık bu sorunun yanıtını? Ya da bir adı cehennem olan yerkabuğunun kovuklarında mı? Ben Adnan Gerger’in satır aralarında aradım. Sanırım buldum, anlayabildiğim kadarını. Ses ve Sus’u okuyunuz dostlar. Ses’i duyunuz Sus’manın sesini ustalığın kaleminden ‘mesel’miş gibi. Gerçeğin meseli çöl kânunlarına inat.