Öleyazmak

Sibel KÖKLÜ

Yine böyle karlı bir şubat günüydü. İstanbul adeta bir kar fırtınasına tutulmuştu. Kadıköy’den Cihangir’e, Sarıyer’den Beylikdüzü’ne kadar yolları tutan kar, kıpırdamaya fırsat vermiyordu. Halbuki bitiyordu kış, zemheri biraz uzamıştı o kadar. Üç bilemedin beş gün sonra bahardı, olmadı. Keşke rüya olsaydı da bu acı yaşanmasaydı.

“Zaman bütün acıların ilacıdır” sözü doğruydu belki, yüreğinize çöken ağırlık biraz fırsat verseydi. Kabuk bağlayan yaralar her fırsatta kanamasaydı. Her sene Metin Göktepe’nin ölüm yıldönümü ile başlayan, Hrant Dink’le devam eden, Uğur Mumcu ile biten gazeteci katili ocak ayı; Özgecan’ı andıktan bir hafta sonra Nuh Köklü’nün ölüm yıldönümünün yaklaştığını hatırlatan o uğursuz şubat ayı olmasaydı.

Ülkenin acı çekmeye elverişli o acımasız iklimi… Soğuk ve karanlık, iliklerimize kadar üşüten, titreten o bitmeyen karakışı. Bunca acı, bunca yoksulluk varken insanı kendi acısını yaşamaktan utandıran o bitmeyen kahır…

Nuh Köklü yaşasaydı şüphesiz isyan edeceği; üniversitenin özerkliğini savunan öğrencilere uygulanan ağır şiddet, bileğine vurulan kelepçe, ayağına takılan elektronik takip cihazı, Berkin’in ablasına 4 gün süren gözaltı eziyeti, acılı ailelerin bir kez daha evlatlarıyla sınanması, 6 yıldır esir tutulan oğlu infaz edilen anneye ‘Ne mutlu sana, oğlun sevgili peygamber efendimize komşu oldu, her anneye böyle bir şeref nasip olmaz. Siz böyle bir şerefi yakaladınız” denmesi, çocuğunu kaybetmiş anneye sevinmesinin tavsiye edilmesi, bunların din adına yapılması, kalabalıkların çılgınca alkışlaması, boğazınızdaki yumru ile yutkunmanın giderek zorlaşması, nefessiz kalmak, boğulmak, öleyazmak…

Ama yeniden hayata tutunacak bir dal, bir el, bir omuz bulmak, paylaşmak, yeniden gülmek, ağlamak, sarılmak, sevmek, insan olmak…

Zor ama mümkün.