Yeryüzü Yorgunları klasik bir modern hayattan doğaya kaçış hikâyesi değil. Aksine insanın doğaya değil bireye yaptığı yolculuk. Bireyi anlama, anlamlandırma yolculuğu. Kanımca bir yazarın en büyük gizi de budur zaten

Ölüler üşümez

SEMRİN ŞAHİN

Öyküleriyle tanıdığımız Neslihan Önderoğlu son kitabı Yeryüzü Yorgunları’yla romancılar kervanına katıldı. Yeryüzü Yorgunları insanın özüne yaptığı yolculuğu anlatır. Edebiyat da insanın kendini arayışıdır. Klasik bir modern hayattan doğaya kaçış hikâyesi değildir Yeryüzü Yorgunları. Aksine insanın doğaya değil bireye yaptığı yolculuktur. Bireyi anlama, anlamlandırma yolculuğu. Kanımca bir yazarın en büyük gizi de budur zaten.

Yeryüzü Yorgunları, “Başlangıçtan beri on yedi saat geçti” cümlesiyle başlar. Okur başlangıç denilen olayın ne olduğunu merak ederken bir otobüste bulur kendini. Bir kaçış hikâyesiyle karşı karşıya olduğunu zanneder okur. Başlangıçlar her zaman iyidir ümidiyle cümleler okurun zihnine akın eder. Aslında başlangıç kavramı hayatı sorgulamaya başlamamız gereken ilk andır. Roman bittiği andan itibaren ‘başlangıç’ bir kurt gibi içimizi kemirir, huzursuzluk bütün bedenimizi ele geçirir. Yeryüzü Yorgunları başlı başına huzursuzluktur aslında. Roman kutsal kitaplardan yapılan alıntılarla da dikkat çeker. İnsan varoluşundan beri aynı çıkmazlarda dolanıp durmuştur aslında.

Yeryüzü Yorgunları’nın konusu romanın anlatıcı karakteri Cihan ve kocası Sedat’ın ilişkilerini kurtarmak için çıktıkları yolcuğu anlatır. Karı koca bu yolculukla ilişkilerinde açılan uçurumu kapayacak, birbirlerinin yaralarını saracaklardır. Ama istedikleri hiçbir şey istedikleri gitmez. İlişkilerindeki bütün yollar çıkmaz sokaklara açılıyordur çünkü.

Çakılbudak kamp yerinde ilişkilerini sağaltıp yeniden bir aile olmaya çalışmak için başladıkları yolculukta Cihan ve Sedat’ın ilk mola yerleri bir Alabalık lokantası olur. Sedat yıllardır tanışıyormuş gibi samimi davranır lokanta sahibi Erol’a. Erol çifte çok cana yakın davranır. Erol, Cihan’la konuşmaları esnasında “Bir kuşun şarkısı insanın kulaklarını ve kalbini açar. Yas tutan bir kuşun sesi insanın bütün geçmişini bir ağıda dönüştürebilir.” (s.21) der. Okur bu kuşun ve ağıtın ne olduğunu romanın sonunda anlamlandırabilir ancak. Erol bilge bir karakter değildir aslında. Tipik bir erkek olarak çaresizliğini hissettiği bir kadından faydalanacak kadar kötü bir insandır aslında. Erol kadınlar tuvaletinin taş zeminine yatırdığı Cihan’a zorla sahip olduğunda kadın hissizdir. Garip bir donukluk vardır Cihan’da. Ne umumi bir tuvaletin zeminde olmak ne de yabancı bir erkeğin ona zorla sahip olması Cihan’ı olumsuz anlamda etkiler. Okur olarak erkek zorbalığını damarlarınızda hissederken Cihan’ın bu kadar tepkisiz kalmasına da içten içe kızarsınız. Cihan roman boyunca Erol’u her anımsayışında içinin zevk dalgalarıyla dolmasına engel olamaz. Cihan’ın Sedat’la kamp kuracakları yere geldiklerinde Erol’un teninde bıraktığı mor izleri okşayıp o anların heyecanını yüreğinde hissettiğine şahit oluruz. Şiddetle canlanan bir ruhtur karşımızdaki.

Sartre “Hayat üç bölümdür” der “Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğinden emin olduğun bölümler.” Yazar Neslihan Önderoğlu roman boyunca bize bunu göstermeye çalışır. Sartre’ın dediği gibi romanda Cihan’ın hayatının üç bölümünü de önümüze serer. Cihan’ın delidolu zamanları, Mert’e hamile kaldığı günler, Mert’in evi terk etmesi, Burcu’yla ilişkisi, Mert ve Sedat’ın baba oğul olarak yaşadıkları bütün kesitler Cihan’ın hayatı sorgulayıp anlamlandırdığı bölümlerdir aslında. Dünyayı değiştiremeyeceğine emindir Cihan, kendiyle ilgili handikapları çözmeye çalışmaktadır. Romanda sorgulanan bir birey değildir, dünyanın kendisidir. Çakılbudak kampında geçirdikleri ilk geceyi anlatıcı şu şekilde aktarır bize:

“Uyku tulumuna giriyor. Şimdi yan yana yatırılmış iki ceset torbası gibiyiz. Bir enkazdan çıkarıp yere yatırmışlar bizi. Aramızda en fazla otuz, kırk santim var. Elimizi oynatsak birbirimize değeceğiz. Neyse ki cesetler kımıldayamaz.”(s.55)

İlişkilerinin bir tedavisinin olmadığını Cihan çok iyi biliyordur. İki ceset olarak görür kendilerini. Aynı bölümün devamındaysa ölüme bakışını tanımlar:

“Az sonra biri gelip kimlik tespitimizi yapacak. Hakkımızda hiçbir şey bilmeyen insanlar kim olduğumuzu ve burada ne yaptığımızı anlamaya çalışacak. Üzerlerinden bir şey çıktı mı? Hayır. Bizi nefeslerimizden, sesimizden, birbirimize söylediğimiz bütün o sahte, güzel, saygılı ve iç bulandırıcı sözlerden, göğsümüzün hırıltısından ve vücutlarımızdan yayılan bütün o seslerden tanımaları olanaksız. Aptal mı zeki mi olduğumuzun, nasıl bir eğitimden geçtiğimizin, hangi kitapları okuduğumuzun, dünya ve başkaları hakkında ne düşündüğümüzün, nelere inanıp inanmadığımızın bir önemi yok. Çünkü biz artık ölüyüz. Bütün ölüler birbirine benzer.” (s.55 – 56)

Yıllarını birlikte geçiren Sedat ve Cihan aslında birbirlerine yabancı birer varlık olarak yan yana yeniden bir aile olmaya çalışmaktadırlar. Bunun imkânsız olduğunu Cihan bilse bile ona şans vermeye çalışır.

Albert Camus’nün Yabancı romanının kahramanı Meursault, “Ölümle biten bir hayat, saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama yaşam ölümle bitiyor diye kopacak mıyız, gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına çaresizliklerine?” der. İnsan doğası gereği ölümü kabullenemez, her ölümün bir başlangıç olduğunu da. Yaşamayı seçer Cihan. Sedat’ın kaybolmasının üzerinden bir gün geçtikten sonra Erol’u arar. Ruhu Erol’la can bulmuştur çünkü. Velhasıl Yeryüzü Yorgunları hayatı sorgulayan, sorgulatan, düşündüren bir roman.

Romandan aklımda kalan bir soru: Ölüler üşür mü?

“Gece hava serinledi. Üşüyor musun?