Yaşlı bir teyzenin söylediği, “Anam babam, yoksulluk neyse de ölüm acısının dermanı yok!” sözü ateşin düştüğü yeri nasıl da cayır cayır yaktığının en sahici ifadesiydi...

KONUK YAZAR: ESRA KAHRAMAN

Erzincan’ın, Kemaliye (Eğin) ilçesine bağlı Başbağlar Köyü’nde 5 Temmuz 1993 tarihinde yapılan katliama ait görüntüler ‘derin devlet’in vahşette sınır tanımadığının kanıtlarıdır... Sivas, Madımak Oteli’nde otuz beş canın diri diri yakıldığı günden üç gün sonra Başbağlar basılır... Namaz kılmakta olan cemaat ve imam silah zoruyla dışarıya çıkarılır... Caniler, bir saatten fazla süren propaganda sırasında amaçlarının “Sivas’ın intikamını almak” olduğunu vurgular! Akabinde köyün tüm erkekleri kurşuna dizilir, 214 ev, köy okulu, camii ve halkevi yakılır, köy ateşe verilir. Yanarak ölen bir çocuk, dört kadın da dahil toplam otuz üç can barbarca katledilir... Katliamı üstlenen örgüt olmamasına rağmen yöre halkına ‘bildik devlet manzumeleri’ belletilir! Bunca zulme, yalan-dolana karşın zebanilerin hevesleri kursaklarında kalır; yegane besin kaynakları olan kargaşayı bölgeye bulaştıramazlar...

Sürgün mahkemesi...
Sorasında yapılanlar ise ‘rezaletin birkaç perdesi’ olarak karşımıza çıkar. Meselenin yasal boyutu, ‘sahibinin sesi’ yayın organlarının yaklaşımından farklı değildir; görgü tanıkları canilerin sayısının elliye yakın olduğunu ifade etseler de resmi makamlar, ‘yüz kişilik terörist grubu’nda ısrarcıdır(!)

Davanın DGM’de görülmesine karar verilince, mağdur avukatlarının aklına doğal olarak Erzincan DGM gelir, yanılırlar! Hadi diyelim Erzincan, DGM hâkimlerinin ‘böylesine basit’ bir davaya ayıracak vakitleri yoktu, o halde Erzurum, Kayseri, Ankara gibi daha yakın bir yere alınabilirdi ya da uzak ama ulaşılabilir mesafedeki İstanbul düşünülebilirdi... Hayır hiçbirisi uygun görülmez(!) Dava İzmir DGM’ye sevk edilir! ‘Sürgün’ mahkemesi icadıyla, can evinden vurulan mağdurları sürüm sürüm süründürmenin, aşağılamanın, davacısız duruşma koşulları yaratmanın, kısaca davayı topyekûn sabote etmenin ‘eşsiz’ bir yöntemi uygulanır(!)

Duruşma sırasında hâkim, yoksul mağdurları, ‘mahkemeye terlikle geldi’, ‘bakışından rahatsız oldum’ gibi gerekçelerle azarlayarak salondan çıkarır! Aslında bu tavır devletin mazluma ve bu davaya ‘bakış açısını’ net bir şekilde belli eder! Yerlerinden, yurtlarından edilen insanlar köylerini onarmak için başvurdukları yetkililerden yardım yerine ‘nasihat’ alırlar...

İtirafçılar da olmasa...
‘Resmen’ teyid edilen yüz saldırganın akıbetine gelince; ‘failleri gayet meşhur’ davada, bir ‘itirafçı’nın yardımıyla ‘kod adı İsa’nın grup lideri, ‘kod adı Baran’ın da saldırı emrini veren kişi olduğu öğrenilir... Baran kod adlı, Müslüm Durgut’un Sivas olaylarının azmettiricileri arasında olduğu da bilinmektedir... Kamuoyundan titizlikle gizlenen dava üç yılda tamamlanır ve birisi itirafçı olmak üzere iki kişi ceza alır (!)

Bu kadarı bile ‘Kör kör gözüm parmağına’ tarzındaki organize işleri işaret etse de, yine bir ‘itirafçı’ meseleye ‘birinci ağızdan’ açıklık getirir. Özel harekâtçı Ayhan Çarkın, Başbağlar katliamını JİTEM’in yaptığını ‘tarihi’ itirafında beyan eder... Elbette ‘devlet için kurşun sıkan’ katillerin cinayet ve katliamları ‘bilinenlerle’ sınırlı değildir; itirafta zorlandıkları, engellendikleri, satır aralarından özenle ayıklanan nice cinayet kilit altında tutuldukça, ölen öldüğüyle, yanan yandığıyla kalacaktır...

Katliamdan sağ kurtulan mağdurlarla yıllar önce tanışma şansım oldu. Sevdikleriyle birlikte, sevinçlerini, köklerini, anılarını, topraklarını kaybeden temiz yürekli insanların acıları, yasları dün gibi tazeydi... Yaşlı bir teyzenin söylediği, “Anam babam, yoksulluk neyse de ölüm acısının dermanı yok!” sözü ateşin düştüğü yeri nasıl da cayır cayır yaktığının en sahici ifadesiydi... Bu vahşi sömürü eksenli sistem sürdükçe, iki ayaklı insansı tür ‘kapital’ ve ‘iktidar’ şerefine daha çok mazlumun kanını yudumlayacaktır...