Sevdiğinin ölümüne tanıklık eden hayvanların acı duymaları üzerine yazılan “Hayvanlar Nasıl Yas Tutar?”; yabanıl kuşlar, yunus, balina, maymun, bufalo, ayı, kaplumbağa, kedi, köpek, tavşan, keçi ve at gibi hayvan türlerinin yas tutma deneyimlerini bize aktarıyor.

Ölüme doğru fauna

H. MERVE MANAP

“non omnis moriar”
Horatius

Heidegger’in ölüme-doğru-varlık olarak tanımladığı insan, dünyada ölümlü olan tek varlıktır. Ona göre, tüm canlılar ölmektedir ancak ölümlülük tüm canlılarda ortak bir fenomen değildir. İnsan, bilinçli ve varoluşsal bir varlık olduğu için, hayattaki tüm deneyimlerini ölüm farkındalığı içerisinde gerçekleştirir. Hayvanda ise ölüme dair bir farkındalık bulunmaz. Hayvanın hem bilinçli hem de varoluşsal gerçekliğe sahip bir varlık olmaması dolayısıyla, insan ölürken hayvan yok olur. Heidegger yanılıyor olabilir mi?

‘Hayvanlar Nasıl Yas Tutar?’ Uzun yıllar biyolojik antropoloji üzerine çalışan Barbara J. King, kitabının başlığında bize bu soruyu soruyor. Peki, hayvanlar yas tutar mı? Metinde savunulduğu üzere, evet, hayvanlar yas tutar. Ancak bu, eksik bir cümle. Tamamlarsak: Hayvanlar yas tutma kapasitesine sahiptir. Bir köpek, yıllarca beraber yaşadığı köpek arkadaşının ölümü sonrası, yas belirtileri gösterebilir de göstermeyebilir de. Hayvanlarda, ölüme karşı verilen tepkilerdeki değişkenlik, tıpkı insanlarda olduğu gibi, onların kişiliklerinden kaynaklı ya da duruma bağlı olabilir.

ZİHİNSEL HİYERARŞİLER

Pek çoğumuz, insan dünyasından bakıldığında sarsıcı olacak, bir ölüme tanıklık etmek gibi deneyimler karşısında tepki verecek bilişsellik ve duygulanma söz konusu olduğunda, hayvanlara dair zihinsel bir hiyerarşi yaratarak düşünürüz. Bu düşüncenin bilinçsizce kurulan hipotezi ise hayvanların beden hacimleri arttıkça düşünme ve duygulanma yetilerinin de artacağıdır. Yani eğer -olur da- bir hayvan yas tutma kapasitesine sahip olursa; başkasının ölümüne dair deneyime sahip olan bir tavşandan ziyade; başkasının ölümüne dair deneyime sahip olan bir fil, yas tutan hayvan olmalıdır. Bu bakış açısı, King her ne kadar açıkça isimlendirmese de en temel anlamıyla türcülüktür; insan türünün üstünlüğü varsayımına dayanarak hayvan türlerinin hem insanlara hem de diğer hayvan türlerine karşı ayrımcılığa uğramasıdır. Zaten King’e göre, tarihsel olarak bilim, hayvanların duygularını ve düşüncelerini hafife alagelmiştir. Öte yandan video kaydı alabilmek gibi gelişen imkânların kullanılması, hayvanlar hakkında eskisinden çok daha çeşitli kanıtların toplanabilmesine yol açıyor. Böylece, -nihayet- türcülükten sıyrılan bir paradigma değişiminin yaşanmakta olduğu söylenebilir.

Hayvan davranış biliminin sıkça ifade ettiği gibi sosyal bağlar gösteren hayvanlar, bağlı oldukları gruplar konusunda titizdir ve o grupların pratik özgül kültürlerini benimsemiştir. Grup bireyleri arasında sadece zorunlu bir birliktelik yoktur. Onlar birbirlerini severler; yas ise sevgiden doğar. Jane Goodal’ın Tanzanya’da şempanzeler, Cynthia Moss’un Kenya’da filler üzerine yaptığı saha çalışmaları göstermiştir ki, şempanze ve filler sevdiklerinin ölümlerinin ardından yas tutmaktadır. Hatta öyle ki sevdiği bir filin, fildişi avcıları tarafından öldürüldüğünü gören bir fil, uykularında kabuslar görebilir, travma sonrası stres bozukluğu yaşayabilir ve ‘filler asla unutmaz’ sözünün de bize hatırlattığı gibi, tüm yaşananları ömür boyu hafızasında tutabilir. Filler büyüklükleri ile, şempanzeler de alet kullanabilmeleri ile duygulanım halinde olmaya daha yatkın olarak düşünülebilir ancak filler ve şempanzeler, hayvanların duygulanım halinde olması adına en üst ölçü birimi midir? Böyle bir kıyaslamanın anlamı yoktur. Tıpkı türler arası farklılığın sonuçları gibi, aynı türden hayvan olmanın da tek bir biçimi yoktur; insan olmanın tek bir biçimi olmadığı gibi.

ÖLÜMÜN BİLİNCİ

“Bir hafta evin altını üstüne getirerek onu aradı. Bu bir haftadan sonra Lucy’nin geri gelmeyeceğini kavradı. Yemek yemeyi bıraktı. Kendi tavşan evinden çıkmayı reddetti. Evin içinde Lucy’nin en çok tercih ettiği yere gidip oturuyor ve bunun dışında pek bir şey yapmıyordu” diyor bakıcısı, beraber yaşayan iki tavşandan Lucy’nin ölümünün ardından kalan tavşan Vincent için. Vincent’ın tepkileri her ne kadar insan türü ile ortak paydada buluşacak tepkiler olsa da sanki bunda bir şeyler eksik. İnsanlarda, yasın prehistoryasından bugüne, ölüme dair pek çok ritüel geliştirilmiştir. Ölen beden üzerinde yapılanlar, ölen kişinin geleceğine dair kaygılar, ölümü anlamlandırma çabaları... Sanat tarihi, ölüm sonrası hissedilenlerin yoğunluğunun bir insanı sanatçı yapabildiği örnekleriyle doludur. Heidegger, hayvan davranış biliminin -gelecekte nelerin gün yüzüne çıkacağını bilmediğimiz- şimdiki verilerine göre, yalnızca bu noktada, insanın her an ölümün bilincinde yaşayan bir varlık olduğu konusunda haklıydı. Ancak hayvanları ölüme dair bilinç ve duygulanımdan tamamen sıyırmak, hayvanlara karşı yapılan büyük bir haksızlıktır. Kitap, bu haksızlığı verdiği örnekler ile gün yüzüne çıkarırken, Heidegger’e buruk bir selam gönderiyor gibi. Sevdiğinin ölümüne tanıklık eden hayvanların acı duymaları üzerine yazılan “Hayvanlar Nasıl Yas Tutar?”; yabanıl kuşlar, yunus, balina, maymun, bufalo, ayı, kaplumbağa, kedi, köpek, tavşan, keçi ve at gibi hayvan türlerinin yas tutma deneyimlerini bize aktarıyor. Görüyoruz ki hayvanlar da bizim gibi yaşıyor: Yas tutmak, sevmenin bedelidir.