Omurga

BADE OSMA ERBAYAV

“Dik dur!”

Annesi elinde fasulye poşetiyle televizyonun önünden geçerken geçmiş zamanlardan yankılanan uğursuz bir gök gürültüsü gibi gürledi.

“Kamburun çıktı çıkacak, rahmetli Suna Pekuysal’a benzeyeceksin.”

Elindeki nakışı kenara koydu, olduğu yerde omurgasını isteksizce dikleştirdi. Omuzlarını hafifçe geriye atıp memelerini çıkartırken boynunu düzleştirdi. Bir türlü alışamadı bu duruşa. Sırt ağrısı dayanılmaz olunca patates çuvalı gibi bıraktı bedenini koltuğa.

Ne alakası var şimdi, kadıncağızın kemik hastalığı vardı, sanki bilmiyorsun, demek istedi. Gereksiz buldu sonra, nefesini tüketmeye değmezdi, kimse dinlemeyecekti nasılsa, herkes işinde gücündeydi, sustu. Televizyonda konuşanlara baktı bir süre, sonra kenara koyduğu nakışa uzandı.

Annesinin kızlarını dikleştirme uğraşı ezeliydi. Küçükken günde dört vakit rengarenk, tertemiz elbiseler giydirir, saçlarına cici tokalar, parlak kurdeleler bağlar, kendi diktiği kıyafetlerin renklerine uygun ayakkabıları ayaklarına takar, bir sonraki değişime kadar oyalanmaları için ellerine salçalı ekmeği tutuşturup dik dur salavatlarıyla kız kardeşiyle onu bahçeye salardı. Zaman inanılmaz bir hızla akardı çocukken, bilirsiniz. Birkaç saat sonra iki kız kardeş, adlarını seslendiklerini duyduklarında koşup kömürlüğe saklanırlar, iki büklüm vaziyette başlarını yaz turşularının arasına gömerlerdi. Hemen bulunmasınlar diye yeni ezberledikleri duaları hecelerlerdi.

Kömürlüğün kapısına kilit vurdular bir zaman. Onlar birer genç kadına dönüşürken saklanabilecekleri tüm delikleri itinayla tıkadılar. Annesinin kızlarını dikleştirme çabasıyla delikleri tıkama çabası başabaş gitti senelerce. Fareleri tıka, hamam böceklerini tıka, çıyanları tıka, ağzını da tıka… Yetmez…Dolmaları sıkı sarın, tencereye tabak koyun ki dağılmasınlar, hamuru iyice örtün, çok konuşmayın, ses etmeyin sakın, fikrinizi soran olmadı, çocuklar her şeye karışmaz, ardiyeye de kilit yaptırmalı, ay bana bir şeyler oluyor, düzgün teyelle şunu, çiçeklere su verin, bıktım vallahi konu komşunun çamaşırını yıkamaktan, teyzenin dikiş siparişlerini götür, Muzaffer’in oğlunun gözü bir tuhaf bakıyor son günlerde, kolonya döküver, Yasin’i nereye koydunuz, seccadeyi bulamıyorum, gülleri yolmayın, kedilerin yemeğini verin, Cemil Beyler otomobil almışlar, kaba yaradılışlı bir çocuk oldu bu büyük kız, babasına çekmiş hırçınlığı…

İpliği son kez düğümledi, dişiyle koparıp attı. Televizyonda haberler başlamıştı.

Bir yaz günü de ninesi, hızla uzayan boyunun bir an evvel durdurulması gerektiğini kendine dert edinip tek çare olarak kafasına yer sofrasıyla vurulması gerektiğini salık vermişti. Boyu deve gibi uzun olan, bir çaydan geçmeye, bir de zeytin toplamaya yarar, gerisi karın ağrısıdır derdi. Yere ne fazla yakın olacaktın ne de çok uzağına düşecektin… Nine bir kez savlamışsa ikiletmek olmazdı. Koca yer sofrasını kız kardeşi ve teyzesiyle birlikte oflaya puflaya kaldıran annesi yine de boy kısaltma seremonisi sonrasında kafasında şişlik var mı, diye kızının saç derisini parmaklarıyla milim milim didiklemişti. Yeni diktiği sarı çizgili tulumları giydirip ikisini yine sokağa dehlemişti. Aynı dönemde kızların yeni budaklanan memelerinin ne boyutta olacağı da ailedeki kadınların en mühim konusuydu. Onlar ısrarla memelerine kahve fincanı kapatılması gerektiği hususunda mızıklansalar da koskoca plastik banyo tasını kaşla göz arasında memelerine kapatıvermişlerdi bile. Sonucu tahmin edersiniz.

Memeleri de akılları da dikleştikçe kız kardeşler bunalmışlardı büyük kadınların dik dur ısrarlarından. “Siz çok mu dik duruyorsunuz sanki?” diye bağırmıştı bir gün yüzlerine. “Elâlem için yaşamaktan başka bir derdiniz yok. Tutturmuşsunuz bir omurga muhabbeti…” Kız kardeşi uysaldı, sinmişti bunlar olurken bir köşeye.

Ninesi nefret dolu bakışlarıyla onu yerin dibine batırıp batırıp çıkarmıştı. Uğursuz birkaç cümle dökülmüştü ağzından. Ninenin sözü haşere kırandı, bir kez zikredilince kurutuverirdi etrafta dolanan zararlıyı. O da bir zararlıydı artık. Dili kurtlanmıştı. Lanetlendiğini sanmıştı bir an. Annesi yanı başında söylenirken kinini hiç kusmamış gibi donuk bir ifadeyle televizyona bakmaya devam etmişti.

“Başımızı eğmedik bunca sene, bir kötü söz söylettirmedik kimseye, yemedik yedirdik, çalmadık, çırpmadık, kul hakkı gözettik, senin de alnın ak olsun, dimdik durasın elâleme karşı diye…” Dudak büküp içli içli ağlamıştı annesi en sonunda.

“Kaba bir çocuksun” demişti teyzesi, annesinin sırtını sıvazlarken. “Derdi bize mi düştü, kal öyle artritli parmak gibi…”

Belli etmek istemese de pişman olmuştu söylediklerine ama o gün azat etmişti kadınlar onu. Kendi adına ilk kez söz aldığı için çevresine çizdikleri görünmez halkayı kaldırmışlardı. Ne mutlu! Hep eğri büğrü kalacaktı. Çocuk aklı…

“Dik dur!” diye ikaz etti annesi fasulyeleri kılçıklarından arındırırken bir kez daha. Hareketi izlemek için de yakın gözlüğünün üzerinden dikkatlice baktı ona. “Sopa yutmuşsun say!”

Annesi arındıran bir neslin çocuğuydu. Ninesi yokluk dönemi kadını olduğunu söylerdi. Kiremit tozlarını yemeğe salça niyetine serpen bir dönemin içinden geçmişti. Teyzesi ilk çocuk olma hezimetini yaşamıştı. Baba baskısından nasibini almıştı yeterince. Şimdi ne baba kalmıştı geriye ne de kolunda gezdirilecek bir koca. Son erkekler de o diyarı terk edeli beri televizyon hep açık kalmıştı. Sofralar kurulmuş, pişiler kızartılmış, akıtmalar dökülmüş, baklalar, bezelyeler, fasulyeler arındırılmıştı senelerce o evde. Bezeler fırında unutulup yakılmış, beraber bitlenip beraber ateşlenmişlerdi. Çocukken okulda ezberledikleri şehirler yıkılıp giderken gözlerinin önünde, ağır uykularından kupkuru bir ağızla uyanıp kana kana su içmişlerdi gece yarıları. Kadınlık saltanatının tüm dönemlerini kimselere minnet etmeden, ellere el açmadan onurluca yaşamışlardı.

Nakışları biten örtüleri banyoya götürdü, tekrar salona döndü. Haberleri izlemeye koyuldu. Fasulye ocakta pişerken ninesi solgun yüzünde yeni sürgün vermiş börülce kadar kalmış dudaklarıyla söyleniyordu hasta yatağından.

“Omurgasız bunların hepsi, omurgasızların paşası, şahı, reisi de na budur! Bezdik gırnatasından!”

Üstlerine alınacak gibi oldular önce, birbirlerini süzdüler, ninenin bakışlarının izini sürdüler sonra, hep birlikte televizyona döndüler. Ekranda konuşan adamı görünce kimi kastettiğini anladılar. Yaşlı kadının günü olsun diye içlerinden dualar mırıldanırken koca memelerini öne çıkartıp oturdukları yerde istemsizce sırtlarını dikleştirdiler.