Büyüdük her birimiz. Yine babam Behçet Aysan’ın dizeleri gibi olduk: “Değişen bir şey yok hiç/ Ölüm hariç/ Aynı gökyüzü / aynı keder”

ÖNDEN BUYURALIM!

EREN AYSAN

Önden buyuralım. İstisnasız “Bir halk düşmanı”yız hepimiz. Ibsen’in aziz ruhunu daha fazla sızlatmayalım. Aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçse de nafile demeden Dr. Stockmann’ın yazgısının erdemini kalbimize biraz daha sokalım. Ne onun evinin taşlanmasına ne çocuklarının okuldan atılmasına ne de en yakın arkadaşının işsiz bırakılmasına varan olaylar zincirini ıskalamadan daha fazlasına hazırlanalım. Bizi artık Esra Mungan’ın havasız bırakıldığı tecritte nefes alabilmenin başarısı korusun! Bir tek katran karası gecede söylediğimiz o şarkıların çoğulluğu eksik olmasın kulağımızdan… Bu ülkede acılar anafor gibi döne döne büyür. Yıllar önce canım Eşber Abi (Yağmurdereli)’den ve şair Sezai Sarıoğlu’ndan, daha sonra müze olan Sinop cezaevinin kapısında durdurulup para istenmişti. İşte o zaman Eşber Abi bilet satma heveskârı görevliye yıllar yılı yattığı cezaevi önünde yapıştırmıştı cevabı: “Devlet zamanında para versek dışarı bırakmazdı. Şimdi üstüne para verip bir de içeri mi sokmak istiyor?”

Önden buyuralım. İstisnasız “mahkum” edilmesi gerekenleriz hepimiz. Duruşma salonlarının adaletsizlik sattığı şahane bir dönemde geçti çocukluğum. Babamı yakmış mahkumların kafamıza fırlattığı bozuk paraların çıkardığı çınlama sesinde bile sağduyuya sığınıyorduk. Soğuk adliye koridorlarında, taş duvarlar üstümüze üstümüze gelirken aradığımız sıcaklığı yalnızca birkaç dostun gözlerinde buluyorduk. Bazen buruk bir gülümseyişte, bazen dostça bir dokunuşta, bazen de bir cigara içimi kucaklaşmada... Birinin adı Can, diğerinin adı Erdem’di onların. Bu ülkede siyasi cinayete kurban gidenlerin simge isimleri birleşip koskoca bir acılar ailesi olduğumuzda da kendimizi onların köşelerinde, programlarında anlatmaya çalıştık. Çok açık ki, devlet sırrını korumak, devlet görevlilerinin işidir. Gazetecinin işi ise, ‘kamu adına’ o bilgiye ulaşmaktır. Edindikleri bir bilgiyi paylaştıkları için büyük ‘suç’ işlediği yalanı savunuluyor şimdi gözümüzün içine baka baka... Oysa artık çok geç! Yaşadık, okuduk onların yaptığı haberi defalarca. Orhan Alkaya’nın “Tuz Günleri” şiirinin dizeleri olduk ısrarla. “Bize yapılanları gördük hepsini / Bin ejder büyüklüğünde kötüydüler!”dedik. Şimdi kapalı kapılar ardında yapılan duruşmayı bir çiçek demeti gibi sunuyorlar bize. Bu ülkede hüzünler en güzel mutluluklardan geçer bazen. Toplumsal Bellek Platformu’nu yeni kurmuşuz. Öldürülen simge yirmi sekiz ismin, Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e uzanan ailesi olarak meclise gideceğiz. Siyasi cinayetlerde zamanaşımına karşı direneceğiz. Pırıl pırıl Gezi’nin çocuklarının yüzü toprağa düşmemiş o zamanlar. Telefonum çalıyor, sevgili Can’ın sesi: “Akşam bir araya gelelim. Sizin için bir arkadaşımın restoranını ayarladım. Onlar da sizlerle birlikte olmak istiyorlar. Kabul edersiniz değil mi?” Sesim titriyor, bir kere daha neye, nasıl, niçin teşekkür edeceğimi bilemeden onun bu düşünceliliğin altında eziliyorum. İşte hep böyle diğerkâm oldu Can böyle. Bizim aklımıza gelmeyeni önceden hesap ederek yol arkadaşlığı yaptı.

Önden buyuralım. İstisnasız cenazelerimize tomaların su sıkması elzem bize. Coğrafyanın ne önemi var? Ezber edilmiş bir hikayenin ortasında çaresiz debelenenlerdeniz. Antigone’nin kardeşini gömmek adına taşıdığı isyanının son çırpınışıyız. Benjamin Usta’nın sözüdür: “umut dediğimiz şey, umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” diye. Ümitvâr olanlar adına eldeki son kart da yırtıldı artık. Bizler çoktan yakınlarımızın resmini duvarlara astık. Yıllar önce 12 Eylül Müzesi’nin açılışından birkaç gün önce toplanmışız Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde. Özge Mumcu ve Alaz Erdost’la babalarımızın özel eşyalarını yerleştirmeye çalışıyoruz. Meryem Göktepe kardeşi Metin’in ceketiyle pantolonunu yollamış. Emaneti kalbimize bastırıp en iyi yeri arıyoruz sergileyecek. Derken Bülent geliyor, babasının cenazesinden foto-muhabir Saim Tokaçoğlu’nun çektiği bir dizi fotoğrafla… Peki ne zaman tanışmışım Tekiner ailesiyle? Bülent’in kardeşi Aylin ulaşmıştı bana. Babası Zeki Tekiner, eski CHP Milletvekiliydi. Nevşehir İl Başkanlığını sürdürürken yoksulların avukatlığını üstlenmişti. Siyasi davalarda başvurulan ve bu davaları karşılık beklemeksizin üstlenen Orta Anadolu’nun kanaat önderleriydi. Zeki Tekiner daha önce 11 Şubat tarihinde uğradığı silahlı saldırıdan yaralı kurtulmuştu. Ama 17 Haziran 1980 ölüm günü oldu. Her şey bu kadarla da bitmedi. Cenaze töreni faşist yuvalanma için büyük bir fırsat olarak kullanıldı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit yanında yüze yakın milletvekiliyle cenaze törenine katıldı. Cenaze alayının üzerine ateş açıldı, pek çok yaralı vardı. Tabuta on üç kurşun isabet etmiş, cenaze Türk bayrağına sarılı halde yarım saate yakın yerde kalmıştı. Bu arbedede Bülent Ecevit bağırıyordu: “Vurun beni de vurun, kalleşler!” Nevşehir Valisi olaylardan cenazeye katılanları sorumlu tuttu. Dönemin emniyet amiri İbrahim Şahin’di. Abdullah Çatlı ise vur emrini veren Ömer Ay’a pasaport hazırlamakla görevliydi. Zeki Tekiner, gencecik bir eş, en büyüğü on bir, en küçüğü iki yaşında olan üç çocuk bıraktı ardında. Tekiner ve onun gibi öldürülen aydınların anmalarına bile izin verilmediği yıllar birbirini izledi. Bu sırada Nevşehir’den ayrılmak zorunda kalan aile Ankara’ya yerleşti. Ölenlerin ardından konuşulur. Ya yaşayanların? Kimse sormadı gencecik bir kadın bağrına bastığı üç çocuğuyla nasıl ayakta durur diye? Ne güzeldir konuşmak Sabahattin Ali’nin güzelim eserlerini. Ama Sabahattin Ali’nin eşinin küçücük çocuğuyla baş başa kaldığında ne yaptığını, yasaklı, yoksul ve yorgun yıllarını kimse düşünmek istemez. Ümit Kaftancıoğlu öldürüldükten sonra çocuklarının, babalarının emekli maaşını almak için mahkemeye başvurmak zorunda kalışıyla ilgilenmez. Sevinç Özgüner’in evinin kapısı kırılıp öldürüldüğünde iki çocuğuna kimlerin baktığını sorgulamaz. Zor yıllar geçti aradan, büyüdü artık çocuklar. Büyüdük her birimiz. Yine babam Behçet Aysan’ın dizeleri gibi olduk: “Değişen bir şey yok hiç/ Ölüm hariç/ Aynı gökyüzü / aynı keder” Yaşamayı fazladan öğretiyorlar hâlâ bize: “Daha üç gün önce Sur’da ölen Dilber Bozkurt’un üstüne tomadan tabuta sıkılan suyu ne yapacağız?” çığlığında bir dize olmak istiyorum artık!

Önden buyuralım. İstinasız öldürülen Güldünya’yız, Özgecan’ız, Hazal’ız hepimiz. Bir gece tecavüz etmek için kapı zorlandığında kendini onuncu kattan atan Gülay Bursalı’yız. Çünkü hep varız. “Elele tutuştuğumuzda eti yakılan kadına rüzgarız, birbirimizi sardığımızda çıplak bedeni örteriz, biz birlikteyken kurşun yarasına pansuman, morarmış göze merhem, kilitlenmiş kapıya anahtarız. Yan yana durunca laf atan ağza tıpa, bakan göze kepenk, kötü söze cevap, karanlığa ışık, yollarda yoldaşız.” “Ortanca” olmayı filan kabul etmedik hiçbir zaman. Onurumuzla gerekirse bir kör kurşunla harcanırız.

Önden buyuralım. Yenildik biz. Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” deyişiyiz. Çünkü artık daha iyi yenilmek sırasının ilk neferiyiz.
Hadi buyuralım!