Kanatları kırık kasabanın ölüm sessizliğine bürünmüş mahallelerinden birinde, tek katlı, bahçe içinde bir evde oturuyor adam. Kirada. ‘Bahçe içinde’ dediğime bakmayın; ev bahçeden, bahçe evden pejmürde.

Ora’da “olağan” bir gün

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Kanatları kırık kasabanın ölüm sessizliğine bürünmüş mahallelerinden birinde, tek katlı, bahçe içinde bir evde oturuyor adam. Kirada. ‘Bahçe içinde’ dediğime bakmayın; ev bahçeden, bahçe evden pejmürde. 

Elimde olmadan garipsedim, ‘kirada oturuyoruz’ deyince. Kasabada büyümüş biri olarak, kiracıyı apartman dairesine yakıştırırım, nedense. Her neyse, biz dönelim adama:  

Bahçe kapısında karşıladı bizi; “hoş geldiniz” deyip yer gösterdikten sonra hemen çay söyledi. Yıllar önce köyünden inmiş kasabaya; kasabadan da ocağa. Anlattı biraz köyünü; Ora’nın da orasıymış, belli. Ve beklemedeymiş yıllardır, gidip de dönmeyenleri, gelip ayranından içmeyenleri… 

“Boşaldı bizim oralar. Gidenler gitti, kalanlar oldular köyün gözleri ve elleri. Onların da ne gözleri görür, ne de tutar elleri.” 

Vakti zamanında, güvende hissetmek için kendilerini, gözden ıraklara kurmuşlar yerlerini yurtlarını. Ne ki, gönülden de ırak kalmışlar, sultan Yavuz’dan, Dersim’den, Maraş’tan ve daha nicesinden ötürü. Adam bir Alevi, üstelik işçi…  Velhasıl çifte “kederli”.

Tarlada gündelikçilik yapan kadınıyla, kulağının arkasındaki uruyla koşuşturan oğulcuğuyla yaşamaya çalışıyorlar, bir oda bir sofa evlerinde. Madendeki katliamdan beridir görüşmüyor kimseyle. Yüzlerce yıl önce nasıl çekilmişlerse uzak dağlara, şimdi de kapanmışlar yoksul hanelerine. 

“On iki dakikayla kurtuldum” derken parlamadı değil gözleri, lakin hemen söndü. Yâd etti birini, minnetle, kederle...

Binmeyi beceremediği için hareketli banda, demiş ustası, “kazmanı bırak, sen önden çık, yürüyerek anca gidersin, biz sana yetişiriz nasıl olsa.” 13 Mayıs’ta saat 3’te adam çıkmış gün ışığına, ustası ve arkadaşları kalmış yerin yüzlerce kat altında. Zonguldak’ın Gökçebey ilçesindenmiş ustası. Böyle deyince adam, yüreğime çizildi ince bir çizgi. 15 km’dir Gökçebey, doğup büyüdüğüm kasabaya… 

“Kader” denen anlamı kendinden menkul kelime, böyledir biraz da: Bir ölüm diyarından başka bir ölüm diyarına “çaresiz” göçmek durumunda kalmış usta, toprağı okşamak büyükler tarafından yasaklanınca. Ölümün yolundan çıkamamak varmış yoksulların “fıtratında.” Öyle diyor ulema. Onlar istedikleri yalanları söylesinler, biz dönelim adamın evine: 
Bahçesi yüksek duvarlarla çevrili, demir bir kapı koruyor onları. Duvarlar bembeyaz, demir kapı masmavi. Biri masumiyetin, diğeri barışın rengi. Kapanmışlar ailecek küçük ülkelerine; yaşıyorlar öylece, sessizce; ölüm içeri girmesin diye… 

Katmerli katmerli sömürülmelerinden katman katman gömülmelerine; musluk başlarından dayı başlarına; müdür maaşlarından işçi borçlarına; sahte kefaletlerden gerçek sefaletlere; ocağın ısınmasından kömürün kızışmasına; giyinik girdikleri madende bir tek külotla kazma sallamalarına; tam girip eksik çıkmalarına; sabah vardiyasında kömür, paşa vardiyasında ceset çıkarmalarına; bir canken yarım can kalmalarına kadar anlattı adam. Ve devam etti anlatmaya: 
“Ocak yuttuysa da canlarımızı, onlar canlarımızdı, hâlâ. Üstlerine küllü su basılması sinmezdi içimize. Bir acayip umutla, girdik tekrar ocağa. Cansız canları yan yana görünce, telef olmuş civcivler geldi aklıma.”  

Her nasılsa, “canlanmış” onlarca can dışarı çıkartılınca. Kondurulmuş yüzlerine birer maske, mor dudakları görülmesin diye. Ve demiş yetkililer: Biz canlı çıkardık, onlar yaşamak istemediler; ölmeyi tercih ettiler ‘hastane yolunda’. Zira muazzam fark varmış, ocağın içinde ölmekle dışında ölmek arasında. 301 rakamına inanmayan işçiler varmış ayrıca. Ölü sayısı 351’i aşınca, facianın bedeni büyüyormuş; patrondan bürokratına, bürokratından iktidara, katmerleniyormuş “bela.” O dakika ‘ohal’ oluyormuş Ora! Ne menem bir şeyse bu 351, hükümeti bile götürürmüş! Dahası kasaları eritirmiş, ödenmesi gereken tazminatlarla. 

“Ben duyduklarımın yalancısıyım” dedi adam. Defalarca! Koşturdu durdu oğulcuğu, sinsi sevimsiz uruyla… 

Gelelim adamın çileyi suretine nakış yapmış kadınına: Tarlada yevmiyesi otuz lira. Onlarda da varmış bu dayı başı sistemi. Madenden tarlaya, sarmış taşeroncuk mikrobu yer yeri. Yavruları astım bronşitmiş, ur belasından gayrı.

İstemiyor evladının madene girmesini; istiyor hep temiz kalsın ciğerleri. Diyor, “bir okusa bir büyüse, istemem başka şey gari.” Duymuyor çocuk anasının söylediklerini. Eline tutuşturduğumuz renkli misketlerde kara gözleri. Anlattı kadın: Elden avuçtan artırdıkları, olmuş anca iki çelimsiz keçi; geliyor arka bahçeden zayıf sesleri. “İşten ölü döner adamım, yoktur isteği bir bardak çaydan başka.” Babasının kurtulduğuna inanmamış çocuk; inandıramamışlar telefondaki sesin babasının olduğuna. “Oğlum kurtuldum ben!” demiş baba telefonda; “Hayır, öldün sen!” demiş çocuk babasına… “Şimdi derdimiz çocuktur” dedi, bitirdi sözlerini; indirdi bakışlarını çıplak toprağa. Ne yapacağını bilemediğinden zaar, kaptığı gibi boş bardakları, kalktı gitti hanesine… 

Ağaçlar susmuştu, keçiler susmuştu, mahalle zaten suskundu, biz hep susuyorduk… 

Neden sonra, balkon kapısının tülü kıpırdadı. Öyle ya, bu sessizlikte hiç olmazsa bir nesnenin hareket etmesi lazımdı.

Lakin ne kadar sağlamsa demir kapı, tül o kadar savunmasızdı. Belki sadece işaret etmekti amacı, kasabanın yaptığı gibi. Kasabanın sadece maden suyunu bilenler, erkeğini yitirmiş kadınlarını, 432 yetimini de bildiler… Salındı durdu tül; gösterdi evin üç beş mahremini: duvarın yoksul yeşilini, sararmış iki fotoğrafı, bakımsız bir kapıyı, hasta bir halıyı, ölü bir paspası… 

Derken, söylenerek ve dahi sızlanarak açıldı mavi demir kapı. Ölüm gibi bir yüz içeriye doğru uzadı. Ne eli vardı, ne gövdesi. Başı bağlıydı, bakışlarıysa baygın. Neden sonra anladık ki, bu bir kadın. Sadece kadın değil; eksilmiş bir kadın.

Yüzü renksiz, sözleri sessizdi. Dedi bir şeyler, sadece adam anladı. Adam da ona dedi bir şeyler. Kadın ağır ağır kafasını salladı. Önce bakışlarını, peşinden yüzünü çekti; kapadı usulca demir kapıyı… Ne desem, nasıl desem, görmeliydiniz onu. Duymalıydınız sessiz sözlerini. Derin bir iç çektikten sonra, adam tercüman oldu kadının sessizliğine: 

“Bunun beyi de öldü ocakta. Amcam oğluydu. Kaldı iki yetimle bir başına.” 

Gayriihtiyari, çevirdik başlarımızı tekrar kapıya; uğurladık kadınla yitik erkeğini, bir kez daha. Adamın bakışları kaldı kapıda, biz döndük misketlerle oynamakta olan çocuğa. Ölümün siyahına bürünmüştü ortalık, yaşamın renklerini özlemiştik… 

Anlatmaya devam etti adam, bakışlarını yedirerek bakışlarımıza: 12 dakikayla kurtulmuş olmanın mahcubiyeti vardı sanki avuçlarında, kadının kadersizliğini anlattıktan sonra. Yüzünü gözünü ovuşturup avuçlarıyla, dedi sesinin en keskin haliyle: 

Şirket, hükümet, devlet, sendika vesaire; vermişler el ele, borçlandırmışlar işçileri kurumsal tefecilere. Kredi alırken bankadan adam, ölen arkadaşlardan birine de kefil olmuş, vakti zamanında. Şimdi onun da borcunu ödemek zorunda. Bankalara borçlu olmayan işçi yokmuş, bundan ötürü patronun dediğini yapmak her işçinin mutlak “borcuymuş”. 

Tam da bu anda söylenecek çok söz vardı; adamın bakışlarındaysa duyma arzusu. Ne var ki sustu adam; biz hep susuyorduk… Ancak susmak umutsuzluk demekti; biliyorduk. Kovmak için umutsuzluğu bir hareket gerekti, tül perdenin yaptığı gibi. O an için amacımız taziye olduğundan, kalktık kucakladık adamı, okşadık yavrusunun kara saçlarını. Dedik, “Yapacağız bir şeyler, karınca kararınca. Büyüteceğiz oğulcuğunuzu el birliğiyle.” 

Yoksul hanesinden çıktı kadın; verdi elimize bir küçük paket. Dedi “Bunları ben yetiştirdim, sarımsaktır; kusura bakmayın, size verecek başka şeyimiz yoktur.” 

Çocuğun adı Halil, kadının adı Serap, adamın adı Sefa, kasabanın adı Kınık’tır…