Trier’in üç filminde de karakterlerin gerçeklikleri, hayata ilişkin sorgulamaları, kaygıları birbiriyle örtüşüyor.

Oslo Üçlemesi’nde karakterlerin varoluşsal sancıları
Joachim Trier’in Dünyanın En Kötü İnsanı filminde Julie karakterini canlandıran Renate Reinsve.

Emine Uçar İlbuğa

Norveçli yönetmen Joachim Trier 2006’da ilk filmi “Reprise”, 2011’de “Oslo, 31 Ağustos” ve 2021’de “Dünyanın En Kötü İnsanı” filmini çekerek Oslo üçlemesini tamamladı. Joachim Trier bu filmlerinde Oslo’lu orta sınıf ailelerden gençlerin, yazar, çizerlerin varoluş mücadeleleri, kimlik kaybı, kimlik arayışları, mutsuzlukları, kafa karışıklıkları ve gündelik yaşamlarını kent, arkadaş ve aile ilişkileri üzerinden merkeze alırken, kamerasıyla her bir karakterin düşünsel ve duygusal dünyalarına derinlikli bir yolculukla eşlik etmeyi başarıyor.


Joachim Trier ilk filmi “Reprise”de Oslo’da yaşayan kimi yazar kimi müzisyen olmak için mücadele eden bir arkadaş grubunu odağına alıyor. İlk romanı yayınlanan ve eleştirmenlerden oldukça olumlu geri bildirimler alan Philip (Anders Danielsen Lie) romanın getirdiği ün ve çevreye karşın uzun süre psikolojik tedavi görür ve sonrasında yazmama kararı alır. Yakın arkadaşı Erik (Espen Klouman Hoiner) ise ilk kitabının yayınlanacağını öğrenir ve bu süreçte Oslo edebiyat çevresine girmeye başlar. “Reprise” filmine temel oluşturan “Henry James’in 1888 de yazdığı ‘Ustalık Dersi’ adlı kısa öyküsü. Öykü bir sanatçının içinde yaşadığı burjuva ve sanatçı yaşamının ikilemi ve çelişkileri üzerinden1” ilerliyor. “Reprise” de Erik ve Philip’in kaygıları ekonomik sorunların ötesinde onların yaratıcılık süreçlerine, ruhsal kırılmalarına, ilişkilerine ve neyi tercih edip nelerden vazgeçebileceklerine odaklanıyor.

Trier’in senaryosunu Eskil Vogt ile birlikte yazdığı “Oslo, 31 Ağustos” ise Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle’nın 1931’de yayımlanan “Will O’ Wisp” romanının Louis Malle tarafından 1963’te sinemaya uyarladığı “The Fire Within” filminin günümüze uyarlanması. Filmde entelektüel ve ekonomik bakımdan güçlü bir ailede büyüyen, eğitimini yarıda bırakmış uyuşturucu bağımlısı Anders’in (Anders Danielsen Lie) hikâyesi öne çıkıyor. Anders uzun süre tedavi gördüğü terapi merkezinden yeni hayatına adapte olması için bir iş görüşmesi yapmak üzere bir gün izinli çıktığı Oslo’da iş görüşmesinden sonra eski arkadaşları ile buluşur. Arkadaşlarının sorunları, yüzeysel ve alaycı konuşmaları arasında eski yaşanmışlıklarına ilişkin anılarıyla Oslo gecelerinde alkol, seks ve yeni arayışlara uzanan ortama adım atar. Ancak bütün bu ortamlar ve ilişkiler onun yeniden hayata tutunmasına değil ait olamadığı bu dünyadan kopmasına neden olur.

Trier’in 2021 yılında senaryosunu Eskil Vogt ile birlikte yazdığı ve Cannes Film Festivali’nde filmin başrol oyuncusu Renata Reinsve’e (Julie) en iyi oyuncu ödülünü getiren “Dünyanın En Kötü İnsanı” filminde ise tıp eğitimini yarıda bırakıp, fotoğrafçı olmaya karar veren Julie bu kez filmin merkezinde yer alıyor. Julie hayatının anlamını ararken ve kendisini, duygularını keşfetmeye çalışırken bir partide tanışıp âşık olduğu Aksel (Anders Daielsen Lie) ile yaşamaya başlıyor. Aksel’in kendisinden beklentileri gibi, onun entelektüel dünyası, arkadaş ortamı, kitabının tanıtım partileri arasında kendisini giderek yalnız hissetmeye başlayan Julie yabancılaşmaya başladığı bu ortama ve ilişkiye son verir. Bir gece davetsiz katıldığı bir partide Elvind (Herbert Nordrum) ile tanışır. Filmde Julie hayatı sürekli sorgulayan, anlam ve amaç arayışı içinde olan ve yeni sorularla güvenli yaşamından her seferinde vazgeçip yeniden hayata başlama cesaretini içinde taşıyan güçlü bir kadın imgesini film boyunca hep diri tutmayı başarıyor.

“Reprise” (Tekrar), “Oslo, 31 Ağustos” ve “Dünyanın En Kötü İnsanı” Oslo üçlemelerinde Aksel, Anders, Erik, Philip ve Julie’nin yaşadıkları küçük nüanslarla ayrışsa da genel de aynı sorunlar üzerinden şekilleniyor. Orta sınıf modern insanın yaşamını merkeze alan bu filmlerde gençlerden toplumun ya da kendilerinin hayattan beklentileri sahip oldukları sınıf, sosyal çevre ve ilişkileriyle ortaya konuyor. Aileleri tarafından onlara sunulan düşünce, anlayış ya da beklentiler onların dünyasına ait değil ve bu bazen o ailede büyüyen gençler için bir baskı unsuruna dönüşebiliyor. Bu baskı onların yeni arayışlara ya da kaçış yollarına gitmelerine neden olabiliyor. Yönetmen filmlerinde zamansal atlamalara yer veriyor. Onun filmlerinde zaman duruyor, ilerliyor ya da geriye sarıyor ve böylece filmsel gerçek ile karakterlerin hayali iç içe geçebiliyor. Örneğin “Dünyanın En Kötü İnsanı” filminde Julie’nin Aksel ile rutin ilişkisindeki tıkanmada yönetmen Julie’ye zaman tanıyor, zamanı durduruyor, bu sürede Julie rüyasını gerçek kılıyor ve yeni bir kararla yeni bir ilişkiye geçiş yapıyor. Trier filmlerinde tekrarlara yer veriyor böylece karakterlerin içine düştükleri çıkışsızlığı, umutsuzluğu görünür kılarken izleyiciye de birçok şeyi aynı anda deneyimleme imkânı tanıyor. Yeni Dalga sinemasından hem filmlerin konusu hem de teknik bağlamda etkilenen Joachim Trier, izleyicilerden de entelektüel olarak talepte bulunuyor. İzleyiciler filmlerdeki karakterlerin varoluşsal arayışları, melankolik gelgitleri ve içinde bulundukları reel dünyaya yabancılaşmalarını takip ederken, tarih, müzik, edebiyat ve resim alanında da bir yolculuğa çıkıyor. Her üç filmde de karakterlerin ilişkilerinde, kariyerlerinde ve hayata ilişkin beklentilerinde istikrarsızlık ve mutsuzluk süreklilik gösteriyor ve bu nedenle yeni arayışlara, içsel sorgulamalara ve yalnızlıklarına geri dönüyorlar. Her üç filmde de aşk merkezi konumda. Ama alışık olunan dengeli bir duygusal birlikteliğin ötesinde bazen coşkulu, bazen birbirine tutunma ve ilişkinin sorgulanması, uzaklaşma ya da geri dönüşlere açık. Bütün bunlarla yönetmen değişen hız ve zamanda ileri geri hareket eden telaşlı ruh halleri ve değişen bakış açılarıyla daha çok sakin görünen karakterlerin içsel huzursuzlukları, kimlik arayışları, varoluşsal kayboluşları ve modern zamanın bireyselliğini gelişmiş bir ülkede orta sınıf gençlerin hikâyeleri üzerinden perdeye aktarmayı başarıyor. Trier’in üç filminde de karakterlerin gerçeklikleri, hayata ilişkin sorgulamaları, kaygıları birbiriyle örtüşüyor. Onlar günlük hayatın yıkıcılığına her daim hazırlar ve kendilerinin hayatta kalmasından ziyade kendi yaşamlarının anlamını aramak ve o yaşamı tartışabilmek onlar için daha önemli. Onların arayışlarında ekonomik beklenti, güç iktidar yok, daha çok hayatlarını anlamlı kılmak ve bir amaç beklentisi önem taşıyor. Üçlemenin ilk iki filminde varoluş sorunları yaşayan karakterler erkek olurken son filmde Julie bir kadın olarak çok yönlü ve tek bir kategoriye sığdırılamayacak kadar kapsamlı bir arayış ve sorgulama içinde ve kendi konumu ile tartışmaya girebilen bir kadın karakter olarak öne çıkıyor.
128 Nisan 2022, Altyazı Dergisi. Senem Aytaç ve Joachim Trier ile röportaj.