1951 Tevkifatı'nda da komünist oldukları gerekçesiyle Devlet Tiyatroları’ndan Ulvi Uraz, Selçuk Uraz, Kemal Bekir, Ruhi Su gibi isimler uzaklaştırılmıştı

Ötekiler mezarlığı

EREN AYSAN

Yorgunluğum aynı sözlere sığınmanın getirdiği yılgınlıktan. Taş olsa çatır çatır çatlar, un ufak olur, binlerce kum tanesine ayrılır. İş bize gelince; gelen vurup giden vurduğundan olsa gerek artık söyleye söyleye içimizde tükettiğimiz sözcükler de derdimize derman olmuyor. Her dönemde ise istenen belli: Sınırsız biat! Kural bu! Değişmiyor!

Bu ülkede neler gördük neler geçirdik. Hele son yirmi yılda gerçeküstü bir filmin ortasındaymışız gibi yaşadık günlerimizi. Küçücük bir çocukken gizlice dinlerdim babamın anlattıklarını. 68 Kuşağı'nın tozu dumana katılmış yıllarına kulak kesilirken, “Ne olağanüstü zamanlarmış! Biz neler yaşayacağız acaba?” diyerek içlenirdim. Yalnızca 15 Temmuz gecesi gördüklerimiz yeter de artar oysa sıradan bir hayata. Halka açılan ateşi, ölümleri yaşayıp acıyla savrulmak ne yana düşer? Meclis'in bombalanmasıyla kahrolmak hangi yana? Ya bir gecede siyasilerin öldürülmeye kalkılmak istenmesine, yasaklı hale getirilmeye çalışılmasına ne demeli? Bir anglosaksonun muhtemelen hiçbir zaman anlayamayacağı berbat bir düzeneğin içinde bulduk kendimizi. “Demokrasi” diye haykırırken, az kalsın beslene beslene tosun gibi olan Cemaat'in darbesinin kurbanlarından biri olacaktık, bu defa! Üstelik “Cumhuriyet Sıvas’ta kuruldu, Sıvas’ta yıkılacak”; “Kahrolsun laiklik” diye haykıran cehaletin yaktığı bir şairin kızı olarak yalnızca kendi davamız sürecinde bile defalarca “din ile devlet işlerinin ayrımına dikkat çekmişken”, kendi mezarımızı ellerimizle kendimize kazdıracaklardı muhtemelen.

“Aman yapmayın, etmeyin, gün gelir bu karanlığa hepimiz girer, bir daha çıkamayız” diye yazıp çizerken de, sanatsal yaratıcılık alanlarımızda sınırları çizildiği kadar dahi olsa uyarımızı yaparken de, herkesin gülümsediği bir ülkede yaşama özlemimizi dillendirirken de lanetlenme pahasına yalnızca sözün büyüsüne sığındım eş dost tanıdıklarımla… Elimde avcumda tarihin arkamızdan gelen bilinci ve sanatın sunduğu imkânlar vardı yalnızca. Başka nasıl uyarabilirdik ki?

otekiler-mezarligi-170478-1.

Kaldı ki bu topraklarda doğan binlerce yıllık tiyatro geleneğinde de, Antik Yunan oyunlarında “uyarı” seyirciyi düşündürmekten başka bir şey değildi. Sophokles’ten Aiskhilos’a insanın taşma noktaları, değer yargıları, önlenebilir ve önlenemez durumlar üzerine, özeleştiri yapma edimine kadar pek çok noktaya değinilir. Taşlama olgusunun deyim yerindeyse taş gibi oturduğu Aristophanes’te yönetimdeki yolsuzluklar, yargıdaki adaletsizlikler, insanoğlunun içinde gizlemek için çaba gösterdiği “hayvanlık”, savaş ve öldürme tutkusu, sanat ve felsefe dünyasında anlaşılamayan “ağız kalabalığı” yerilir, bunun karşısında insancıl değerler, anlayış, hoşgörü, barışa olan bağlılık yüceltilmeye çalışılır. Mesela Aristophanes’in “Lysistrata”sında Atina ile Sparta arasında savaşı durdurmaya kararlı olan kadınlar, Lysistrata’nın önderliğinde bir araya gelip, kocalarına barış yapmadıkları sürece eve dönmeyeceklerini bildirirler. Sonunda da küçük sızıntılara rağmen, genelde kararlarından vazgeçmeyen kadınların direnci erkekleri yola getirir. Sonunda barış sağlanır. Yine “Eşek Arıları”nda Aristophanes yönetim ve adalet mekanizmasına dair ağır eleştiriler sunar. Daha çok adaleti sağlamak için değil de, ceza kesmenin keyfini çıkarmak, iktidarlarını meşrulaştırmak ve bu yolla para kazanmak isteyenlere dair taşlamalar yapılır.

Oysa sanat iktidarların tahammülüyle gelişir, el uzatır ardıllarına. Perikles Dönemi’nde komedi sanatının gelişmesinin karşılığı siyasal iktidarla sanatın birbirini kollaması değil midir? Şöyle kabaca bir bakış geliştirirsek, Perikles, Atinalı hasımlarına karşı, partisinin gerek dışında gerekse içinde verdiği kısa bir siyasal mücadeleden sonra, İ.Ö. 461 yılında iktidara gelir, 429’daki ölümüne kadar Atina sitesinin tek yöneticisi olarak kalır. Belki ancak üçte biridir bu dönem yüzyılın: Otuz iki yıl! Yine de başyapıtlar birbirini kovalar.

Peki Elizabeth Dönemi İngiltere’si göz önüne alındığında Shakespeare bir tesadüf müdür? Komedi sanatını kendine özgü üslubuyla yorumlayan büyük yazar, döneminin taşkınlıklarını, siyasal olaylarını, kadın –erkek sorunsalını, insanoğlunun aşırıya kaçan tutkularını ele alırken siyasal iktidar tarafından giyotine gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya kalsaydı, ne olurdu? Zavallı Shakespeare! Yahut Moliere, sadece “Tartuffe” oyununu yazdığı ve oynadığı için din tacirlerince kellesi alınsaydı?

İktidara söz söylemenin yeri geldiğinde incelikli bir zeminidir tiyatro. Yıllar önce Haşmet Zeybek’in kaleme aldığı “Düğün Ya da Davul” oyununu izlemeye giden Bülent Ecevit’e, tiyatroda söylenen, “Başbakan kimden korkar? Kimden mi? Elbette, Amerika’dan” replikleri sorulur. Yanıt bellidir: “Bizim onlardan öğreneceğimiz çok şey var!” Bu kadarı bile “hoşgörü” kalıbı için fazlasıyla yeterliydi oysa.

Ne var ki tarihimiz boyunca basılan oyunlardan yasaklanan metinlere, yakılan salonlara kadar pek çok acıyı yaşadık. 1964 yılında Brecht’in yazıp Beklan Algan’ın yönettiği “Sezuan’ın İyi İnsanı” bir güruh tarafından oynatılmayıp oyuncular tartaklandığında, “izlediniz mi oyunu?” sorusuna karşılık olarak afilli bir yumruk sallandı yalnızca. O da Beklan Algan’ın suratına! Yargısız infazın böylesi! O günlerden bu yana çok sular aktı da, ne yalan söyleyeyim, özellikle sosyal medyada bu kadar derin nefreti yeni tadıyoruz. Yahu, biz size ne yaptık? Önce gelin izleyin üretilenleri. Sonrasını tartışırız adam gibi. Tiyatrocular söz söylemeyi bildiği gibi dinlemeyi de bilir!

Kimi büyük toplumsal olayların arkasından gözler sanat kurumlarına çevriliverir. Şimdi olduğu gibi…1951 tevkifatında da komünist oldukları gerekçesiyle Devlet Tiyatroları’ndan Ulvi Uraz, Selçuk Uraz, Kemal Bekir, Ruhi Su gibi isimler uzaklaştırılmıştı. Büyük zorluklarla yaşadılar, Ulvi Uraz kendi tiyatrosunu kurdu, Ruhi Su dünya çapında bir müzisyen oldu, Kemal Bekir ise yeniden yuvaya döndü. Dünya gözüyle bu isimlerden Ruhi Su’yu az biraz, Kemal Bekir’iyse çokca gördüm. Ruhi Su bu dünyadan gittiğinde küçücük bir çocuktum. Kemal Bekir ise arkadaşımın, Esen Özman’ın babasıydı. En son onunla İzmir’de sıcacık bir yaz günü karşılaşmıştık, Göngör Dilmen’in cenazesinde… Sonrasında birlikte zaman geçirmek için saatleri, dakikaları, hatta saniyeleri zorladık. Gençleri dinlemeye özen gösteren biriydi Kemal Bekir. En zor anlarda tutarlı bir bakış açısı geliştirmeye zorlayan yanıyla bir anda büyüsüne kapılınırdı. Neler konuşmadık ki o kısa zaman diliminde? “Fikirler” dergisinden… İzmir’den yol arkadaşları Mustafa Şerif Onaran’dan, Şükran Kurdakul’dan… Konservatuarın ana sütü gibi ak ilk yıllarından… Ülkeyi karanlığa boğanlardan… Devlet Tiyatroları’nın içinde bulunduğu açmazdan… Tam anlamıyla bir sanat adamıydı Kemal Bekir. Edebiyat ve sahne sanatları arasındaki ilişkiyi üretime dönüştürmeyi başarmak belalı bir iştir. Hem yazına, hem oyunculuğa soyunmak… Hikâyecilik, romancılık, şairlik, oyun yazarlığı, oyunculuk, yönetmenlik uğraşını aynı anda sürdürmek… Bütün bunları yaparken yönetenlerin ülkeyi ateşe atmasına meydan okumak… Tiyatrodan kovulup tam sekiz sene meteliğe kurşun atmak… Bir bedeli ödemeye razı olmak… Yazıya daha sarılıp, gözyaşlarını içine akıtmak… Romanı “Hücre”yi oluşturmak… “Kaçaklar”la ülkenin değişmez kaderini sorgulamak… Yıllar sonra sahneye dönmek… Oyun yazarlığıyla özel bir yerde bulunmak… Hüseyin Rahmi’den “Unutmak”, Nahit Sırrı Örik’ten “Düşüş”ü yaratmak… Yönettiği oyunlarla modern bir sahne estetiği yakalamak… Niye anlatıyorum onu şimdi? Sahneden uzak kaldığı dönemlerde tiyatro yapamamanın acısı yüreğine oturmuştu. Suçsuz yere mesleğinden uzak kaldığı yılları hiç unutamadı.

80 Darbesi'nden sonra ise İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda 1402’likler listesinde pek çok isim vardı. Macit Koper, Başar Sabuncu, Orhan Alkaya başta olmak üzere tiyatro adamları yıllar süren mücadelenin sonucunda yuvalarına döndü. Geriye herkesin unutmak istediği utanç belgeleri kaldı.

80 Darbesi'nin hemen ardından 1402’lik listesine alınan isimlerden biri de arkadaşım Ragıp Yavuz’du. Askeri yönetimin en acı günlerini, sıkıntılarını tatmış, on üç yıllık sürgün hayatına mecburen yelken açmıştı. Ragıp çok konuşmazdı geçmişe dair. İsveç’e gittiğimde, zor koşullarda tiyatro yapma sevdasını dinlemiştim Stockholm’deki dostlarından. Türkiye’ye gelir gelmez ageçmiş günleri anmıştık hüznüyle coşkusuyla.

Geçtiğimiz günlerde duyduğum haberle bir kere daha beynimden vurulmuşa döndüm. Ragıp’la birlikte İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan altı oyuncu arkadaşımız açığa alınmış 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından. Bu arkadaşlarımız Selçuk Yöntem’in deyişiyle; “Altan Erbulak’ın kızı Sevinç Erbulak tiyatronun içine doğmuştur, diğer arkadaşlarımız da meslek aşkı doludur. Bu yapılana akıl ermiyor” serzenişine sığmaz bile! Üstelik bu arkadaşlarımızın tiyatroya düşman bir cemaatle ne ilgileri olabilir? Kendileri pirüpak ve yetkin oyunculardır her şeyden önce.

Ben artık çoktan aklımı evde bıraktım da, aklımla da aklım olmadan da bir büyük cezayı yaşıyorum. Daha ne denir? Bir an önce giderilsin bu büyük hata da, yalnızca söz söyleyenlerin bedel ödediği günlerden bir an önce çıkalım.