Emin Alper’in yönettiği Dostoyevski uyarlaması ‘Öteki’nin oyuncusu Şenocak, “Benzerlikleri değil de farklılıkları ve farklılıklarla bir arada yaşamayı ön plana çıkartabilsek ötekinin farklı olmadığını anlayacağız” diyor.

Öteki’lerimizle bir konuşabilsek…
Fotoğraf: BirGün

Emrah KOLUKISA

Son dönemin en çok konuşulan, hatta amiyane tabirle aranan oyuncularından biri Erdem Şenocak. Sinemada ve sahnede hep nitelikli işlerle çıkıyor izleyici karşısına. TV dizilerinde de izliyoruz elbette kendisini ama o seçici tavrını bu alanda da sürdürüyor ve her işe bodoslama dalmaktansa kafasına yatan rollere, aklını kurcalayan projelere girişiyor. En azından bizim aldığımız izlenim öyle. Şenocak en son yönetmen Emin Alper’in ilk tiyatro projesi “Öteki” ile çıktı karşımıza. Dostoyevski’nin bir romanından uyarlanan ve başrollerini Cem Yiğit Üzümoğlu, Derya Karadaş ve Gökhan Yıkılkan ile paylaştığı oyunu Şenocak ile Birgün TV’de konuştuk.

 

Dostoyevski’nin aynı adlı romanından uyarlanan ve Emin Alper’in yönettiği ‘Öteki’ çok etkileyici bir oyun, hem reji hem oyunculuk anlamında. Emin Alper ile bu proje özelinde nasıl bir araya geldiğinizi merak ediyorum ve tabii romanı daha önceden okuyup okumadığını.

Romanı daha önceden okumuştum ben. Oyunu okuduğumda da çok iyi bir uyarlama yaptığını gördüm Emin’in. Aslında Emin bana oyunu fikir sormak için vermişti, yani “Böyle bir şey yaptım ama nasıl olmuş sence?” diye sorarak. Sonra ben bayağı kapı baca zorlayarak oyuna soktum kendimi. Okuduğumda Burak karakterinin –Golyadkin bizim uyarlamada Burak oldu- sesini duyabildiğimi fark ettim. Emin’e ‘Benden bir audition almak istersen seve seve oynarım’ dedim çünkü Dostoyevski sevdiğim yazarlardandır ve bu karakteri de ‘Yeraltından Notlar’ karakterine benzettim çok. O yüzden anladığımı düşündüm o karakteri.

Cem Yiğit Üzümoğlu ile bir araya gelmeniz nasıl oldu, kim daha önce dahil olmuştu projeye örneğin?

Onu çok bilmiyorum ama ikimizle birlikte yapılan bir oyuncu seçme günü oldu. Muhtemelen o da belliydi ya da birlikte karar verildi ama biz Cem’le bir gün bir araya geldik ve beraber bir çalışma yaptık. Aynı tirat, hem ben okudum hem o okudu… Karşılıklı sahnelerde bir o Burak’ı oynadı, bir ben oynadım. Böylece aslında aramızda belli bir uyum olduğu görüldü ve birbirimizi daha da yükseltebildiğimiz anlaşıldı bence. Orada sanıyorum iki oyuncunun fiziksel benzerliği meselesine de karar verdiler. Yani ikiz oyuncular olmadığı sürece tıpatıp bir benzerlik imkansız ama işte orada bu benzerliğin çok da şart olmadığını anladılar sanırım çünkü denemeden hemen bir saat sonra “Hayırlı olsun” diye telefon geldi bana.

Provalar nasıl geçti peki, çok kolay bir oyun değil çünkü, hem duygusal inşası hem de ritmi, matematiği anlamında…

Tabii bir kere üslup olarak farklı oyuncularız ve başlarda uyum konusunda zorlandığımız anlar oldu. Tek başımıza dahi olsak karşımıza çıkacak sorunlar bu sefer iki katı olarak çıktı. Onu aşmak için Emin de bir hayli uğraştı. Başlarda karaktere bazı dışsal özellikler ekledik mesela, bir takım tikler ya da kekelemeler gibi. İkimizi de ortaklaştıracak dışsal şeyler… Diş teli takar gibi ikimizi de belli bir forma getirdi Emin ve sonra da bunların hepsini attık.

‘Öteki’ adı birçok şeyi çağrıştırıyor, öteki olmak, ötekileşmek, kişinin ötekileşmesi ya da bulunduğu mekanda, yaşadığı çevrede ötekileştirilmesi gibi… Bu oyun bunları nasıl ele alıyor sence?

Şöyle… Aslında daha çok ötekileştirilen tarafı değil de bir öteki yaratan tarafı merkeze koyuyor sanki, novella da oyun da. Ötekilerimizi nasıl yaratırız meselesinin artık fantastik boyutuna çıkmış bir örneği “Öteki” romanı. Çünkü düşünsenize buradayız ve bir anda odaya şuradan benzer bir Emrah Kolukısa giriyor. Bir an için halüsinasyon gördüğünüzü söyleyebilirsiniz belki ama ben de diyorum ki “Aa Emrah, ben de görüyorum, ne kadar da sana benziyor…” Ama bir yandan da “Kafana takma Emrahcığım, olur böyle şeyler” diyorum. Senin o heyecanını ve hezeyanını da paylaşmıyorum. Peki niye Dostoyevski böyle gerçeküstü bir numara çekmiş ve Emin bunu neden devam ettiriyor diye sorduğumda şunun bir metaforu olabilir gibi geliyor bana: Biz aslında her gün, günlük hayatta, bize benzemeseler de bir takım rakipler yaratıyoruz kendimize, kendi kafamızda. Yani işte bana yan baktı, acaba aşağılıyor mu beni, kazağımı mı beğenmedi, gibi. Ya da yerime mi geçmeye çalışıyor? Buna benzer şeyler yaratma eğiliminde oluyoruz bazen ve bu insanlar bizim ötekimiz oluyor. Oysa gidip bir muhabbet etsek, tanışsak, belki hiç öyle bir niyeti olmadığını anlayacağız. Böyle böyle bir takım insanları ötekileştiriyoruz. Bir de şu var, o yarattığımız rakipler bize ne kadar çok benziyorsa o rekabetin sonuçları o kadar daha fena oluyor. Yani edebiyatta olsun, mitlerin, tragedyaların, kutsal kitapların hepsinin kardeş kavgalarını anlatmasının sebebi biraz da bu. En çok da sana çok benzeyen insanla kavga edersin. Ama işte o benzerlikleri değil de farklılıkları ve farklılıklarla bir arada yaşamayı ön plana çıkartabilsek ötekinin farklı olmadığını anlayacağız, düşman olmadığını anlayacağız. Bireysel bazda da yapıyoruz bu rakip ya da öteki yaratmayı, toplumsal bazda da. Kimi zaman da toplumu yönetenlerin işine gelen bir şey oluyor bu.

Söyleşinin tamamını birgün.Tv’de izleyebilirsiniz.