Çocukları LGBTİ+ olan bir grup anne ve babanın hikâyelerini seyirciyle buluşturan “Benim Çocuğum” belgeseli MUBI’de gösterimde. Yönetmen Can Candan, “Anlatılan hikâyeler ‘öteki’lerin değil, sizin kendi hikâyeniz” dedi.

‘Öteki’lerin değil, sizin hikâyeniz

Işıl ÇALIŞKAN

Yönetmenliğini Can Candan’ın yaptığı, çocukları LGBTİ+ olan yedi LİSTAG (LGBTİ+ Aileleri ve Yakınları Derneği)’lı anne ve babanın kendi hikâyelerini paylaştıkları belgesel filmi ‘Benim Çocuğum’ MUBI’de seyirciyle buluşuyor. Belgeselde ‘muhafazakâr, homofobik, transfobik bir toplumda aile olabilmek’ kavramı irdeleniyor. LGBTi+ bireylerin aileleri ebeveynlik deneyimlerini, çocuklarının kendilerine açılma dönemlerini, bu süreçle baş ederken içinden geçtikleri yolları, kendi aileleriyle bu durumu nasıl paylaştıklarını ve ebeveyn olmanın neler gerektirdiğini anlatıyor. Candan ile belgeselini konuştuk.

 Çocukları LGBTI+ olan bir grup anne ve babanın hikâyelerini “Benim Çocuğum” belgeselinde seyirciyle buluşturuyorsunuz. Konuyu ebeveynler üzerinden işleme fikri nasıl doğdu öncelikle?

‘Benim Çocuğum’u yapma fikri tamamen bir tesadüf sonucu ortaya çıktı. 2010 yılının Ekim ayında posta kutumda Boğaziçi Üniversitesi Eleştiri ve Kültür Araştırmaları Yüksek Lisans Programı’nın düzenlediği “Queer, Türkiye ve Transkimlik’ başlıklı konferansının programını buldum. Programdaki bir panel çok ilgimi çekti. Bu panelde çocukları “LGBT” olan aileler deneyimlerini paylaşacaktı. Üniversite yıllarımda LGBTİ+ hakları mücadelesi ile tanışan ve akademisyenliğim boyunca LGBTİ+ hakları mücadelesine destek veren biri olmama rağmen ilk defa çocukları “LGBT” olan ailelerin dinleyecektim. Panele gittim ve anlatılan hikayeler beni çok derinden etkiledi. Bu hikayeler hepimizin bir şekilde yaşadığı ebeveyn-çocuk ilişkisine dair hikayelerdi. Çocukların kendileri olma mücadelesi vardı bu hikayelerde. Aynı zamanda bu hikayeler nasıl ebeveyn olunurun hikayesiydi. Bu hikayeler eş zamanlı olarak beni hem kendi çocukluğuma götürüyor, hem de kendi ebeveynliğimi sorgulatıyordu. Gözyaşları ile bu hikayeleri dinlerken, bir yandan da bu deneyimin siyasi boyutunu anlamlandırmaya çalışıyordum. 2010 yılında, homofobinin ve transfobinin çok yaygın olduğu ülkemizde bir kamu üniversitesinde üç anne ve bir baba açık açık benim çocuğum eşcinsel, benim çocuğum trans diyor ve hem kendi çocuklarının, hem de tüm LGBTİ+’ların haklarını çok güçlü bir şekilde savunuyorlardı. Kısacası gözümün önünde bir devrim gerçekleşiyordu. Bu yaşadığım deneyimin sadece o konferans salonunda kalmaması, bu hikayelerin mümkün olduğu kadar çok kişi tarafından duyulması gerekiyordu. Panelin sonunda bu filmi yapmam gerektiğine kanaat getirmiştim. Gittim, kendimi tanıttım, birlikte belgeselinizi yapalım dedim. Sonra da hâlâ devam etmekte olan birlikteliğimiz, ‘Benim Çocuğum’un macerası başlamış oldu.

Konuyu ebeveynler üzerinden görmek neden önemli sizce?

Aile, birçok toplumda olduğu gibi, bu toplumun da orta yerinde duran, genellikle oldukça tutucu ve baskıcı olan bir kurum. LGBTİ+ hakları konusunun toplumun çeperlerine itilmiş bir şekilde değil de, toplumun orta yerinden ele alınmasının çok dönüştürücü bir etkisi var. Belgeselde de bu birkaç yerde ele alınıyor. Ebeveynlerin hem kendi çocuklarını oldukları gibi kabul etmeleri, onlara destek olmaları, hem de tüm LGBTİ+’ların hakları için mücadele etmeleri oldukça ezber bozucu bir etkiye sahip. Bambaşka, duymadığımız, bilmediğimiz bir hikaye yazılıyor. Öldürülen, şiddet gören, ayrımcılığa uğrayan, hakları yenen, ailelerinden uzaklaştırılan LGBTİ+’ların hikayeleri arasından bir umut ışığı yakan, başka bir aile mümkün diyen, içimizi ısıtan hikayeler çıkıyor ve bu hikayeler de toplumun merkezinden anlatılıyor, çeperlere itilmeyi, görmezlikten gelinmeyi reddediyor.

Yönetmen Can Candan. (Fotoğraf: Surela Film)

LGBTI+ ebeveyn hikâyelerini işlerken hassasiyetleriniz nelerdi?

Belgeselde ebeveynler tarafından anlatılan hikayeler, doğal olarak onların çocuklarına dair hikayeler. Çocukların anlatılan hikayelere dair hisleri önemliydi. Onların paylaşılmasını istemediği hikayeler paylaşılmayacaktı doğal olarak. Bir de bu kadar hassas bir konuda siyaseten sorunlu temsiller ve sözler üretmemek gerekiyordu. Bu da LGBTİ+ hakları mücadelesine yıllarını vermiş LGBTİ+ aktivistlerinin ekibe yol göstermesi, gerekli yerlerde eleştirmesi ve öneriler getirmesi ile mümkün oldu. Bu işbirliği çok çok önemliydi. Seyirci tarafında da, filmin nasıl çekildiğinden, nasıl tanıtıldığına kadar, mümkün olduğu kadar homofobi ve transfobiyi tetiklemeyen, mesafelenmeye ve çeperlere itilmeye karşı duran bir yaklaşımımız oldu. Örneğin, filmin ilk yarısında hikayeleri anlatılan LGBTİ+’ları, ya da aktivistleri hiçbir şekilde görmüyorsunuz. Göremeyince de hikayeyi hayal ederken kendi görsellerinizi hikayeye katmak durumunda kalıyorsunuz. O zaman da anlatılan hikayeler “öteki”lerin değil, sizin kendi hikayeniz oluyor.

Ailelere belgesel fikriyle gittiğinizde ilk olarak nasıl tepkilerle karşılaştınız?

Bu çok komik bir hikaye aslında. Bahsettiğim panelden sonra kendimi tanıtıp, birlikte belgeselinizi yapalım dediğimde, aldığım yanıt beni hayretler içinde bıraktı çünkü “biz de sizi bekliyorduk” demişlerdi. Nasıl yani diye şaşkın şaşkın bakarken, hemen neden öyle dediklerini anlattılar. 2008’de İtalya’daki aile grubunun daveti ile İtalya’ya gidiyorlar ve orada İtalyan ailelerin deneyimlerine dair bir belgesel film izliyorlar. Filmden çok etkileniyorlar ama bizim hikayelerimiz bire bir aynı değil, keşke bizim de bir belgeselimiz olsa diyorlar. Ve, iki sene sonra, o konferans salonunda yollarımız kesişiyor. O günden başlayarak çok güzel bir birlikte çalışmamız oldu. Beni aralarına aldılar, ben de bir LİSTAG gönüllüsü, büyük LİSTAG ailesinin bir parçası oldum.

Belgeselde LİSTAG (LGBTİ+ Aileleri ve Yakınları Derneği)’dan da bahsediliyor. Çocukları ya da yakınları LGBTİ+ olan ailelerin dayanışma içinde olmasının öneminden de bahsedelim mi…

Toplumdaki cinsellik konusundaki bilgisizlik, homofobi ve transfobi yüzünden çocuklarının LGBTİ+ olduğunu öğrenen aile bireyleri kendilerini çok yalnız, çok çaresiz ve korku içinde hissedebiliyor. Toplumsal baskılara karşı duramayıp, filmdeki ebeveynlerden birinin dediği gibi “Türkiye’deki en büyük terör örgütü” olan el alem ne der diye düşünenler, hem kendileri, hem de çocukları için çok sağlıksız tepkiler verebiliyor, çocuklarını yalnız bırakabiliyor, onları dışlayabiliyor, çeşit türlü şiddet uygulayabiliyorlar. LİSTAG ve benzeri aile oluşumları da tam da bu noktada aile bireylerine gereken desteği verebiliyor, onların doğru bilgilere ulaşmalarını, bilgilenerek güçlenmelerini sağlayarak onlara yanlış ve yalnız olmadıklarını hissettirebiliyorlar. Bu destek ve dayanışma hayat kurtarıcı dahi olabiliyor. Hele de şu anda içinde bulunduğumuz dönemdeki gibi homofobi ve transfobi ateşinin körüklendiği günlerde…

Bugün bir LGBTI+ düşmanlığı söz konusu. Onur ayı etkinlikleri yasaklanıyor. Katılanlar şiddet görüyor. İçinden geçtiğimiz günler tarihte nasıl hatırlanacak?

Toplumsal mücadeleler, sadece kazanımların olduğu, toplumun haklar ve özgürlükler bağlamında sürekli daha iyiye doğru evrildiği, dümdüz ilerleyen süreçler değiller. İnişler ve çıkışlar bu tür mücadelelerin doğasında var. Şu anda, özellikle de 2015’ten bu yana maalesef özgürlüklerin kısıtlandığı, hakların ihlal edildiği, yargı bağımsızlığının zedelendiği oldukça karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bu geçici bir dönem. Hiçbir siyasi iktidar kalıcı değildir. Tarih bu konuda çok net. Bu karanlık dönemde bize düşen de toplumsal belleğimize sahip çıkmak ve bugüne kadar verilen mücadelelerden güç almak ve birbirimizle dayanışmak. Kimse bize ‘Benim Çocuğum’da gördüğünüz 2012 yılında elli bin kişinin İstiklal’de yürüdüğü onur yürüyüşünü ve 2013’te, yüz elli bin kişinin katıldığı onur yürüyüşünü unutturamaz.

Belgeselden sonra size ulaşan farklı hikâyeler oldu mu?

Belgeselin yolculuğu 2010 yılının sonunda başladığı zamandan bu yana çok çeşitli hikayeler bize ulaşıyor doğal olarak. Hatta bu hikayelerden bazıları da LİSTAG tarafından kitaplaştırıldı. Yani belgesel ile başlayan aile yakınlarının hikayelerini anlatmaları süreci artarak ve çeşitlenerek devam ediyor.

Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Kayyum rektör’ Naci İnci tarafından son verilen görevinize ikinci kez geri döndünüz. Öte yandan direniş hâlâ sürüyor. Bu mücadeleye ilişkin neler söylersiniz?

Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen akademisyenler, öğrenciler, mezunlar ve çalışanlar, Türkiye’de tüm üniversitelerin yapması gerekeni yapıyor. Üniversitenin olmazsa olmaz ilkeleri olan kurumsal özerkliği, akademik özgürlükleri ve demokratik işleyişleri savunuyorlar. Bunlar olmadan bir üniversite, gerçek bir üniversite olamayacağı gibi, bunları savunmayan akademisyen de gerçek bir akademisyen olamaz. Bizler kendimize ve kamuya karşı sorumluluğumuz gereği, Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan saldırıya ve ortaya çıkan kamu zararlarına karşı tam iki buçuk yıldır direniyoruz. Türkiye tarihine geçen, toplumda ve uluslararası akademik camiada yakından takip edilen ve destek bulan bu mücadelenin önemli bir ayağı da hukuk mücadelesi. Açtığımız bireysel ve toplu davalar sonucunda yapılan tüm hukuksuzluklar ve haksızlıklar, verilen zararlar tek tek kayda geçiyor, hukuki arşivin ve kamusal belleğin bir parçası oluyorlar. İki kez görevime son verilmesi ve iki kez mahkemelerin yapılan hukuksuzlukları tespit ederek, işlemleri iptal ederek, göreve iademe hükmetmelerinde olduğu gibi. Ellerindeki yetkileri kötüye kullanarak üniversitemizde bu hukuksuzlukları bilerek ve isteyerek yapanlar, hem hukuk önünde, hem de kamu vicdanında sorumlu tutulacaklar tabii ki.