Shahzadeh N. İgual yeni romanında, İkinci Dünya Savaşı’nda vatanlarını terk etmek zorunda kalan bir grup Polonyalının gerçek yaşam hikâyelerinden yola çıkıp savaşın savurduğu insanların dramını şiirsel dille anlatıyor.

Ötekilerin ezeli mücadelesi
Shahzadeh N. İgual

Ezgi Can CEYLAN

Tahran'ın Kırmızı Sirenleri, Rolls Royce’u Taramışlar Baba ve İsfahan'ın Gözyaşları, son olarak ise Adı Mercan... Shahzadeh N. İgual'ın yeni kitabının kahramanları Rahel, Helena ve Sara’nın yaşadıkları, tüm sığınmacıların ezeli mücadelesi aslında. Evlerinden kovulan, esir tutulan, ölüme terk edilen, öldürülen ve sürülenler…

ADI MERCAN

Shahzadeh N. İgual

Mona Kitap, 2023

Adı Mercan romanınızda, her dönemde çok ilgi gören İran Devrimi ya da İran'ın çok merak edilen farklılıklarının tamamen dışında, bugün artık İkinci Dünya Savaşı'nda uzman tarihçilerin dahi bilmedikleri, bilenlerin ise hatırlamadıkları şaşırtıcı bir zorunlu göç hikâyesini işliyorsunuz. Hikâye karşınıza nasıl çıktı?

“... Başka bir öykünün peşinden koşarken rastladım size, hikâyenize...” dediğim bir itiraf cümlesi kullandım Adı Mercan'da gayet açıkyüreklilikle. Tahran'ın tarihi kafelerinden birinde otururken gözümün dakikalarca takıldığı basit ve aşina bir ahşap sandalyenin İranlıların günlük lisanında neden Polonya sandalyesi olarak adlandırıldığından yola çıkarak derin bir tarihi araştırmada buldum kendimi. İkinci Dünya Savaşı’nda Rusların Polonya’yı işgal etmelerinin ardından Sibirya’ya sürgüne gönderdiği Katolik ve Yahudi Polonyalıların, uluslararası baskı sonucu alelacele İran’a gönderilmeleri ve ardından yaşanan askeri ve politik gelişmelerle, roman kahramanlarımın başlarından geçenlerin ekseninde sosyolojik olgular üzerine kaleme aldım Adı Mercan’ı. Araştırmam boyunca bana yeni hayatlarını kurarken, güçlü bir uyum gösterdikleri halde asimile olmadan zenginleştiklerini söyleyen onlarca kişinin tanıklıklarından, 40’lı yıllardan günümüze dek gelen bir öykü süzdüm...

İran'da doğup, çocuk yaşta Türkiye'ye geldikten sonra kurduğunuz hayat nedeniyle, göç hikâyelerinin sizin için ne denli önemli olduğunu anlıyoruz. Okuyucuyu göç öyküleri okumaya ise sizce ne çekiyor?

Göç hikâyelerinde yeni çevresine asimile olan da olmayan da hep misafir hisseder kendini. Bir süre sonra doğduğu topraklarda da misafir kabul ediliyor olmasıdır artık bu yaşamların en dokunaklı, en ilginç yanı. Bir toprağa ait olan ama aynı zamanda hiç de ait olmayan göç insanlarının, ekseri kuvvetli hikâyeleri olur ve biz bu sergüzeştleri merak ederiz. Anavatanlarıyla, şekillendikleri diyar arasındaki farkları, uyum süreçlerinin, olgunlaşmalarının ayrıntılarını öğrenmenin bizi zenginleştirdiğini düşünürüz. Ötekilerin hayatının zorlukları bize sunulduğunda doğamız gereği hemen kendimizle karşılaştırmaya girişiyoruz ve sonunda makûs hayatlar yaşamış roman ya da film kahramanlarına kıyasla kendimizi şanslı ve güvende hissediyoruz hep.

Birbiriyle hiç ilgisi olmayan coğrafyalardan Polonyalılar ve İranlıların Adı Mercan’ın çok katmanlı öyküsüne konu olan sürgün hikâyesinin sonunda birleştikleri gibi, bir gün tüm dünya halklarının ortak paydada buluşma ihtimali sizce çok mu ütopik?

Benim gerek yazı gerekse söyleşilerimde über güçler diye tabir ettiğim şeytani şürekânın menfaati dışında hiçbir olay vuku bulmayacaktır dünyada. Halkların birbirleriyle sorunları olmadığı halde, birbirlerine düşman edilmeleri gerekir ki düşmanlıklar, taarruzlar, işgaller, muharebeler, mücadeleler ortaya çıkabilsin. Din ve milliyet kullanıldığı müddetçe halkların ortak paydada buluşması ancak bir rüya olabilir. Ancak doğunun çocuklarına umut ışığı olan bir gerçek var son yıllarda, güç dengesinin belirleyicileri batıdan doğuya doğru kayıyor.

Ortadoğu yine mahşer yeri, beklendiği gibi ya da keşke hiç olmasa dendiği halde. Siz de kendinizi savaş çocuğu olarak tanımlıyorsunuz hep...

Savaşı henüz parmak kadar bir kız çocuğuyken kemiklerine dek hissederek yaşamış biri ve o menfur yılları kaleme alan bir yazar olarak, gözümün önüne hep parmak kadar çocuklar geliyor her savaş dendiğinde. Bir zorbanın tek tuşa basarak yerle yeksan ettiği evler, okullar, hastaneler görünce çocukluğumdaki duman ve kan kokusu doluyor genzime. Bir zorbanın gecenin bir vakti göklerden ölüm yağdırması çocukluğumun sabahlarında caddelerden süpürülen camları değil, canları getiriyor gözümün önüne. O çocuklar bu kıyameti, dehşeti yaşarken, tüm dünyanın sustuğu kadar haykırmak geliyor içimden: “Muktedirlerin iktidarı uğruna birbirleriyle çarpıştırdıkları canlar, kardeşlersiniz siz. Batı’nın isteğiyle Doğu'nun cehennem gibi yanmasına kim dur diyecek?” Hele ki pandemi gibi küresel olarak bütünleştirici, olgunlaştırıcı olmasını ümit ettiğimiz bir krizden alınması gereken derslerin geçici zenginlikler uğruna gözardı edilmesi çok üzücü.

Tahran'ın Kırmızı Sirenleri, Rolls Royce’u Taramışlar Baba ve İsfahan'ın Gözyaşları, son olarak ise Adı Mercan. Romanlarınızda okuyucuyu etkileyen unsurların başında betimlemelerinizin ilgi çektiğini okuyoruz. Mekânları, nesneleri, insanları dikkatle gözlemleyip, hafızanızdaki detayları son derece yoğun kıvamla yazıya döküyorsunuz. Yönteminiz nedir?

Çocukluğumdan bu yana okurken, hikâyelerde noksan bırakılan ayrıntıları okuyucunun hayal gücüne emanet eden yaklaşımı hiç sevemedim. Ben, koyu kırmızı perdenin kıvrımından bir kurdelenin soluk rengine, genç kadının kırlaşmış saçlarından ferforje trabzanlı beyaz mermer tarihi bir merdivenin basamak sayısına, güneşin parıltısının yansıdığı kristal bardaktan yaldızlı küçük çerçevelerde sararmış fotoğraflardaki aile büyüklerinin ceketlerine dek, öykülerimi okuyucuya gözünde canlandırabileceği sinematografik planlarla bir evren çizmeyi tercih ediyorum. Görsel hafızamın kuvvetli olmasının da payı var elbet ama kaleme alacağım her neyse, onun çevresinde yer alan tüm detayların da hakimi olmak hoşuma gidiyor. Kendimi hep o sahnelerin içinde görerek yazıyorum.