BELMA FIRAT Ayşegül Tözeren’in geçen yıl Manos Kitap etiketiyle yayımlanan ‘Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’ kitabı İngilizce ve Almanca çevirileriyle yurtdışına açılıyor. Yazar, öykücü Belma Fırat Ayşegül Tözeren’le kitabı hakkında konuşulmayanları konuştu. Sevgili Ayşegül ben ne eleştirmen ne de gazeteciyim. İlk sorum edebiyatta dostluk ilişkileri ve eleştirinin bir önkoşulu olan tarafsızlığı koruma zorunluluğu üzerine olsun. Camiamızda dostluklar […]

Öykü hayvanını uyandırmak

BELMA FIRAT

Ayşegül Tözeren’in geçen yıl Manos Kitap etiketiyle yayımlanan ‘Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’ kitabı İngilizce ve Almanca çevirileriyle yurtdışına açılıyor. Yazar, öykücü Belma Fırat Ayşegül Tözeren’le kitabı hakkında konuşulmayanları konuştu.

Sevgili Ayşegül ben ne eleştirmen ne de gazeteciyim. İlk sorum edebiyatta dostluk ilişkileri ve eleştirinin bir önkoşulu olan tarafsızlığı koruma zorunluluğu üzerine olsun. Camiamızda dostluklar kuruluyor, dostluklar bozuluyor. Sıklıkla arkadaşların ya da aynı ortamı paylaştığın tanıdıklarının kitapları üzerine eleştiri metinleri yazıyorsun. Jürilerde yer alıyorsun. Sınırı nerede çiziyorsun, tarafsızlığı korumak için hangi kriterleri belirliyorsun ve sana göre edebiyat ortamımızda ‘dostlar alışverişte görsün’ tutumu geçerli mi?

Edebiyat eleştirisindeki tarafsızlık ilkesinin bağımsızlıkla iç içe olduğunu düşünüyorum. Bağımlı ilişkiler öznenin tarafsızlığını zedeliyor, hakikatle ilişkisini zafiyete uğratıyor. Oysa edebiyatın hakikatin estetik bir biçimdeki örtük ifşası olduğunu savunanlardanım. Hakikatle ilişki sakatlandığında edebi biçimin de sahiciliğini yitirdiğine inanıyorum. Bu yüzden bağımlı ilişkilerden uzak durdum.

Bir şiirde, ‘anlaşırsak ben yokum’ diye bir dize vardı. Arkadaşlık ya da dostluk ilişkilerinde de el sıkışmayı sevmem. İtirazını yitirmeyenlerle hep yakın oldum. Kendi olma etiği benim için böyle bir şey. Edebiyat tarihinde her zaman edebiyatçıların bir araya geldiği mahfiller olmuştur. Ancak mahfiller, ortak edebiyat anlayışlarından doğar.

Ortak çıkarlardan değil. Şimdilerdeyse, edebiyat ortamında mahfil olduğunu sanmıyorum. Çıkar ortaklıkları mevcut, onları da edebiyata dahil etmiyorum.

Kitabında ‘öykünün ipini koparmak’, ‘öykü hayvanını uyandırmak’ gibi sevdiğim ifadeler var. Bu ifadeleri açar mısın? Bir edebiyat eserinin barındırması gereken asgari kriterleri bir yana bırakırsak, saf bir okur olarak bir kitabı okuyup kapağını kapattığında, ‘iyi bir kitap okudum’ diyebilmen için ne gerekiyor?

‘Öykü hayvanını uyandırmak’ ifadesi, Necati Tosuner’in edebiyat değinilerinden oluşan Elde Kitap’taki bir cümleden doğdu: “Çünkü, ‘yazar’, yazarken yazısını koklar!…” cümlesinden. Tosuner gibi titiz bir yazarın ‘koklamak’ fillini rastgele seçtiğini düşünmüyorum. Koklamak, bir yanıyla sezgisel, bir yanıyla hayvansı… Sizi koklayan bir hayvan, nasıl ‘içinizi okur’, düşünün.

Bir yazar metni okuyorsa, sözcükleri, anlamı, dizilişi, ritmi kokluyor, tartıyor demektir. Yazarın içinde dili koklayan, bence öykü hayvanıdır ve o hayvanı ancak ipini koparttığında, dili işlevinden, rayından çıkarttığında, bizi başka bir dünyanın hikâyesine çağırdığında fark ederiz. Metni koklama ve parçalama cesaretine sahip o ‘öykü hayvanı’nı seviyorum ve onun salyalarından doğan büyük edebiyatı.

Kitapta müebbet edebiyatına geniş yer ayırıyorsun. Kolejli edebiyatsever bir hekim olarak seni mahpusların sorunları, dünyası ve edebiyatıyla ilgilenmeye iten nedir? Bana anlattığın bu özel anını okurla da paylaşır mısın?

Sana anlatmadığımı buradan söyleyeyim. Mahpusken şiir yazmış bir arkadaşım var. Yazmış diyorum, çünkü hapisten çıktıktan sonra hiç yazmadı. İçeride yazdığı şiirler, bir seçkide yer bulmuş, ancak seçkiyi hazırlayan şair, arkadaşımın şiirlerini kesip biçmişti ve onun asi ruhu bunu anladığım kadarıyla kaldıramamış, yazmaktan vazgeçmişti. Hapisten çıktıktan sonra arkadaşım bir süre gazetecilik yaptı, işi gereği çok dolaşıyor, haber peşinde koşuyordu.

Ama ne kadar çok yürürse, yürüsün, kendisini ‘özgür’ hissetmiyordu. Sayısız kez İstiklal Caddesi’ni bir uçtan bir uca arşınladığını bilirim. Bir gece uyanmış, evleri sitedeydi, sitedeki basketbol sahasını görmüş. O sahaları bilirsiniz, tel örgülü ve dörtgen biçimlidir.

Aşağı koşup, sahada volta atmaya başlamış, bir aşağı, bir yukarı, süre kısıtı olmaksızın. Bu hikâye beni çok etkilemişti. Onun bir de yazarken, özgürlük duygusunu hissedebildiğini biliyordum. Volta atılan bir avlu, saha ya da beyaz bir kağıt. Bir yazar özgürce voltasını nerede atıyorsa, şiirde, öyküde ya da romanda… Hep ona ihtimam gösterdim.

Edebiyat eleştirmenliğinin yanı sıra aktivistsin. Siyasi konulardaki tutum ve duyarlılığın edebi duyarlılıklarını nasıl etkiliyor? Bu etki edebiyat eleştirisinin gerektirdiği tarafsızlığı güçlendirir mi yoksa ona gölge mi düşürür?

Estetik duyarlılık ve etik sorumluluk üzerine uzun cümleler kurabilirim. Hiçbir zaman yaşamımı kompartımanlara bölerek yaşamadım. Güzel, iyi ve doğru olan birbirinden kalın duvarlarla ayrılmalı mı? Bilmiyorum.

Ama tümünün olumsuzlamasından başlayarak yanıt vermek istiyorum. Kitsch, estetik olanın kötü bir taklidiyken, aynı zamanda estetik duyarlılığı yeterince gelişmemiş muhatabını yanıltır. Bu ayartmanın, etikle de ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Kitsch, yaşamın her alanında var. Mahallelerde de, edebiyatta da tokileşmeden söz edebiliriz. Bunu sadece estetik bir tartışma olarak yürütebilir miyiz? Yaşam etiğiyle ve hakikatle ilişkisi yok mu?

Kitapta mektup türüne de başvuruyorsun. Neden mektup?

Mektup türü, beni yansıtıyor. Hiçbir zaman metin içinde tribünlere konuşmadım. Bir kişiye yazdım ve ona ulaşıp ulaşmadığından da emin olmadan.

Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu sene verilmemesine neden olan ve K24’ün de üzerine dosya hazırladığı ‘MeeToo’ krizi konusunda ne düşünüyorsun? Dergi ve yayınevlerinde erkek egemen bir kültürün belirleyici olduğunu ve baskın erkin edebiyatta kadın emeği üzerinde, edebiyat dışı kriterler yoluyla bir sömürü ve iktidar aracı haline geldiği görüşünü paylaşıyor musun?

Belki değişen egemen erkeklikten söz etmemiz gerekiyor. Daha önce de, yazılarımda, yeni egemen erkeklik inşasında, “Sayın dinleyen, sizinle daha önce yatmış mıydık?” diye sorarak dinleyici telefonlarını karşılayan radyo programcılarını konu eden ‘Kaybedenler Kulübü’ filminin bir öncül gösterge olduğunu vurgulamıştım. Aslında değişen erkeklikte, Peyami Safa romanlarında rastladığımız geleneksel erkeklikle paralellikler taşıyor.

Her ikisi de, iktidar konumunu korumaya çalışıyor, orta sınıf, homofobik heteroseksüel, kadınların karşısında hem mağdur, hem de hep haklı. Serpil Sancar’ın ifadesiyle, artık babalarından öğrenecekleri bir şey kalmamış gibi. Ama yine de bir baba hayaleti var ve onunla şizofrenik ilişkileri mevcut. Siyaseten muhalif olarak konumlanan erkekler, eril ittifak yasalarından özgürleşebildiler mi? Sanmıyorum.

Paris Review’in genç editörü, Lorin Stein, New York Times’ın haberinde belirtildiğine göre, birçok kadına konumundan yararlanarak, cinsel ilişki teklifinde bulunmuş, onunla cinsel ilişki kurmayan ya da ilişkiden belli bir süre sonra ayrılmak isteyen kadınların ürünlerini, çeşitli gerekçelerle dergisinden uzaklaştırmıştı. Belki bunun hakkında da düşünmemiz gerekiyor. Kadınlara uygulanan güç istismarının.

Kitabın yolculuğundan bize bahseder misin?

Geçen yıl okurla buluşan ilk eleştiri kitabım, Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi İngilizce ve Almanca’ya çevrilmeye başlandı. Daha önce, akademik olma iddiası taşımayan bir eleştiri kitabı farklı dile çevrilmiş miydi? Bilmiyorum.

Bu çeviri etkinliğinde beni heyecanlandıran, Türkçe edebiyatın son otuz yılında olup bitenlerin de farklı kültürlere taşınıyor olması. Çevrilen bizim hikâyemiz, Türkçe edebiyatın hikâyesi. Bir de eklemem gerekir ki, bu yolculukta bana ulaşan mahpus mektuplarının benim için anlamı çok farklı. En çok o mektupları elime aldığımda iyi ki bu kitabı yazmışım diyorum.