1970’lerde Taksim’de arkadaşları, yoldaşları katledilen abilerin gözleri nemliydi o Gezi günlerinde, öyle bir İstanbul görmüşlerdi en sonunda.

Öyle bir İstanbul gördük!
31 Mayıs 2013, Taksim Meydanı'nda toplanan milyonlar. (Depo Photos)

Alper TURGUT

Gezi, memleketin en kitlesel hak arama eylemi olmasının da ötesinde, yılgınlığın silkelendiği, dayanışmanın büyüdüğü, yarınlar adına iyimser bir ruh haliydi, güzel hasletlerin kendine bir beden bulma hikâyesiydi. Siyasi yelpazesi hayli genişti, yan yana duramaz denilenler, kol kola girebilmişti. Farklı görüşlerden bireylerin, özgür bir toplum adına, ortak hareket etmesi, muhalifliğin hakkını ziyadesiyle vermesi, pek görülmüş şey değildi. Böylesi bir kolektif bilinç ve paydaş akıl, tarihe çoktan geçen acı-tatlı unutulmaz günlerin, bizlere yegâne mirası idi, lakin biz ne gereken dersleri alabildik ne de birleşip bir arada kalabildik, ne yazık ki. Sonra her şey tarumar oldu, var olanlar tek tek koptu, hah biricik Gezi Parkı kaldı, hepimizin soluklandığı, rengârenk hayatın durağı ve her yolun oraya çıktığı güzeller güzeli Beyoğlu, harbiden çekip gitti.

Aslında adalet arzusunun, hakkın hukukun, doğanın ve gündelik hayatın, bu ölçekte zarara uğratılmasının, zor ve güç koşularda dahi telafisi elbette vardır ve olmadır. Ancak özellikle gençlerimizin elinden aldıklarının, bir geri ödemesi yok bu hayatta, gerçekten yok! 20 yıllık upuzun bir iktidar sürecinin, tüm yeni yetmeleri, hüzünlü bir alınyazısı misali yetişkinlere çevirdiği bir ülkede, tazelik dediğin kupkuru bir ortamda bitip tükeniyor ha! İşte farklı hiçbir şeyin yetişemediği, büyüyüp serpilemediği uğursuz çöl ikliminde, tadını çıkaramadan, ağız dolusu gülüp hep birlikte eğlenemeden bir bakmışsın, tez törpülenmiş ömür bildiğin.

Dünya denen teker, zamana uyup hep dönerken ileriye doğru, bizim yurdumuz, duraklamayı bile ilericilik saymakta, belki de bu yüzden, hep geri kalmakta, ısrarla ve inatla. Siyasal İslam ve aşırı milliyetçilik, birbirlerine kol kanat germiş, tüm nimetleri, kendi aralarında ve yandaşlarıyla bölüşmüşken, gericilik de moda olacaktı, haliyle. Peki, bağnazlık müessesesi, neyle beslenir dostlarım? Evet, yasaklarla, iptallerle, yok saymakla, aldırmamakla, insan yerine koymamakla. Elbette! Neden pandemi çoktan bitmiş gibi davranıp, müzik yasağını devam ettirirsin? Üniversitelilerin, tüm yıl sabırla beklediği, bahar şenliklerini yasaklamak da aynı tarife değil mi? Festivaller, konserler kafalarına göre iptal ediliyor, kendilerine yakın oluşumlar, bitleri kanlandı, iyice havalandı, karar mercii gibi davranır oldu, üst perdeden konuşuyor, sürekli parmak sallıyorlar, onu kaldır, bunu gönder, şunu durdur diyerek. Misal tutturmuşlar bir ‘ahlaki yozlaşma’ tiradını, kesintisiz sayıklıyorlar. Kadın ve erkeğin birlikte aynı ortamda olması, kadınların giyimi kuşamı, onlar için yozluk ve ahlaksızlık göstergesi, oysa bu kendi yakıcı ve yıkıcı gerçeklerini saklama mücadelesi, bir bakıma. Yahu bu ahlaki yozlaşma, çıkar ilişkileri, haksız kazanç, ötekileştirme, ekmeğinden etme, yolsuzluk ve dahası değil mi derseniz, yanıt alamazsınız. Benden söylemesi.

Daha bugün Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun son raporunu gördüm, memlekette bir ailenin açlık sınırının 6 bin 17 TL'ye, yoksulluk sınırının ise 19 bin 602 TL'ye çıktığını yazıyordu. Bu milyonlarca emeklinin ve asgari ücretlinin, açlık sınırının da altında hayata tutunmaya çabaladığını gözümüze sokuyor işte! Aklınıza gelen her yeri betona boğdunuz, ağaç yerine bina diye çılgınlar gibi tepindiniz de ne oldu? Yeşil karşıtlığınız, size barınma sorunu olarak geri döndü, dönecek. Çünkü bütün parayı betona gömeceğinize, üretime, tarıma yoğunlaşsaydınız, enflasyon belasıyla boğuşmak zorunda kalmazdık. Halkımızın ezici çoğunluğu, bırakın ev sahibi olmayı, bugün dilim karpuz alsak mı almasak mı diye kafayı yoracak gelmekte olan yaz sıcağında.

Birader, Gezi ile ne alakası var bunların diyorsanız, öyle ilgili, öyle ilgili ki, toplumsal muhalefetin güdük kalışı, yaratıyor tüm bu tuhaf karmaşayı. Ve tam da bu yüzden milyonların katıldığı direniş güncesinde, bir avuç insanı, hepimiz adına cezalandırdılar. Hakkını arayanlar ceza yiyecek diyorlar da özetle, bilmiyorlar, özgürlük, eşitlik ve adalet peşinde koşanlar, bedel ödemiştir ta ezelden beri, seve seve, bile isteye.

Dayanışma ezilenlerin inceliğidir lafı var pek meşhur, öyledir, hatta paylaşmaktan doğdu her yaştan ‘çapulcu’ çocuklar. Bu sokaklarda soluklanan ruhun güzellemesini yapmak değil meramım, o zaten güzel. 1970’lerde Taksim’de arkadaşları, yoldaşları katledilen abilerin gözleri nemliydi o Gezi günlerinde, öyle bir İstanbul görmüşlerdi en sonunda, cuntanın, onca badirenin, açlık grevlerinin, işkencelerin yıprattığı bedenlerini de dik tutuyorlardı, gururla, iç huzurla, usa üşüşen binlerce hatıra arasında. Bu kadim coğrafyanın, derdini tasasını kendi derdi bildi nice nesil, en güzel akranlarına erkenden veda ettiler. Sinik olmayı, yılgın kalmayı öğütleyenlere, hiçbir koşulda aldırmadılar. Bu sebeple, Gezi, kim ne derse desin meşru bir mirastır, ona, sana, bana, hepimize, herkese, geçmişten geleceğe.

Kabataş’ı, camiyi, lobiyi, penguenleri kimse unutmadı, sevgili halkımızın hafızasını çok da hafife almayın, yerinde ve gerektiğinde anımsar. İnsanlar örgütlenmediler, plan yapmadılar, yeter artık deyip, evlerinden, işyerlerinden, okullarından çıktılar. Birbirlerine katıldılar. Kurmacayla, sahici olanı belki yıpratır ama asla bükemezsiniz. Çünkü gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Ve bu benim en sevdiğim klişedir.

Tanımadığınız insanlarla yardımlaştığınız, gazdan kaçanlara kapıları açtığınız, kimsenin birbirini hor görmediği, ötekileştirmediği, örselemediği Gezi deneyiminden öğrenecek çok ders var hâlâ, elbette yenilgi psikolojisini, suspus olma belasını bir kenara bırakarak. Gece karanlığında, ara sokaklarda insanı bir anda nefessiz bırakan gaz bombası sağanağından, büyümemiş çocukların dinmeyen neşe ve enerjisiyle kaçışırken, ne yapacaklarını şaşıran köpekleri ve kedileri de kucaklamayı unutmayanlar vardı, umarım hâlâ oradadırlar. He ya, çapulcu dediğin, iyi olmak ve öyle kalmak zorundadır. Değil mi ama?