Yıllardır süren popülist dile karşı gençlik anti-popülist bir dil ve eylem tarzını takip ediyor. İktidar gençliğe “sapkınlar” diye saldırınca gençlik “hepimiz sapkınız” diyebiliyor. Sosyolog Yazar Dr. Gürakar bu hareketlerin geçmiştekinden farklı biçimde oyun kurucu değil oyun bozucu olduğunu vurguluyor.

Oyunları bozan gençlik

Ozan GÜNDOĞDU

Bundan 10 yıl kadar önce “90 doğumlular” olarak popülerleşen gençlik hareketleri, bugün de “Z kuşağı” olarak kavramsallaştırılıyor. Ancak özellikle Boğaziçi Üniversitesi’ndeki “kayyum rektör istemiyoruz” protestoları gençliğin dili, eylem tarzı, karşı çıktığı sorunlar ve itiraz biçimleri düşünüldüğünde bugünkü hareketliliğin geçmiş deneyimlerden çok daha farklı olduğu da gözlemlenebiliyor. Bu farklılığın nedenlerini, sosyolog yazar Dr. Tolga Gürakar’la konuştuk. Gürakar yeni toplumsal hareketlerin anti popülist bir tarzı olduğunu, oyun kurucu olmaktan ziyade oyun bozucu olduğunu vurguluyor.

Gençlik hareketlerinde dünyadan daha fazla etkilenen bir tarz var bugün. Bu durumu neye bağlıyorsunuz? Neden 1960’larda, 70’lerde hatta 2000’lerde olmayan bu etkileşim bugün ortaya çıktı?

oyunlari-bozan-genclik-838501-1. Dünyadan bu denli fazla etkilenmenin en önemli sebebi özellikle son otuz yılda yaşanan hızlı küreselleşme. Aslında küreselleşme hep var idi. 1960’lardaki ve 70’lerdeki gençlik hareketi de o küreselleşmeden etkileniyordu ancak elbetteki bugünkü kadar yoğun biçimde değildi. Dahası o dönemlerin küresel bağlamı bugünden bütünüyle farklıydı. Gençlik hareketinin dinamiklerini doğru anlamanın yolu, onun içinde şekillendiği küresel ve ulusal bağlamdan geçer. Geçmiş dönemin mottosu “devrim” idi. Yani sen devir de neyi devirirsen devir. Mesela 68 Avrupa’sında politik devrim ile ikinci dalga feminizm üzerinden cinsel devrim yakın temastaydı. Ama Türkiye’de 68’in etkisi daha farklı yaşandı. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’si ise, geçmişteki denemeleri hariç tutarsak, 1946 Genel Seçimleri ile birlikte henüz çok partili yaşama geçmiş bir ülkeydi. Demokrat Parti eliyle yaşanan liberal deneyim sonrasında toplumsal sınıflar ve dolayısıyla da çelişkiler yeniden şekilleniyordu. O yılların popüler tanımıyla Türkiye “üçüncü dünya” ya da “mazlum dünya” ülkesiydi. Bu çerçevede de politik arayış ve kavrayışlarda SSCB, Çin, Latin Amerika modellerine sempati ya da “bağlantısızcılık” görünür oldu. Burada da “kimlik” ten ziyade “sınıf” öne çıktı.

Ancak dünyada ve Türkiye’de 1980’lerle başlayan neo-liberal kırılma ve 89’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile birlikte toplumsal sınıf ve kesimler yepyeni dönüşümler yaşadılar. Bu yaşanan dönüşümler yalnızca iktisadi değildi. Bilinçler yeniden biçimlendirilerek programlandı. Toplumsal hareketler ve direnişler de bundan doğal olarak etkilendiler. Mesela geçmişteki toplumsal hareketlerin temel motivasyonu öncelikle “düzen” ve ‘iktidarın zaptı’ üzerineydi. Asıl sorunsal “düzen” idi. Bu motivasyon o zamanın farklı görüşlerdeki aydınlarının eserlerine de yansımıştır. Mesela bakın; Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, İsmail Beşikçi Doğu Anadolu’nun Düzeni… Özetle toplumun, politik toplumdan aşağıya doğru zorlanarak değiştirileceği inancı toplumsal hareketlere hakimdi. 1980’den sonra bu anlayış büyük bir darbe yedi. Bu darbenin ardından yeni dönemin mottosu “sivil toplum” oldu. Bundan böyle “yeni” toplumsal hareketler kendilerini “politik toplum” alanından yalıtmaya, mücadelelerini de “sivil toplum alanı” olarak tanımladıkları bir sahada yürüterek politik topluma baskı yapmaya yöneldiler. Dolayısıyla da politik topluma yönelik tepkilerin “seslendirildiği” bir “itiraz” alanı haline dönüştüler. Dahası kimliksel temalar bu hareketlerin öznesi haline geldi. Şu ana kadar bu anlattıklarım toplumsal hareket ve protestolardaki LGBTİ duyarlılığının küresel bağlamı. Bu duyarlılığın elbette bir de ulusal bağlamı var. Bu duyarlılık genel olarak iktidar ya da güç olgusunun zaten kendinde var olan eril tahakkümünün popülist-otoriter AKP hükümetiyle cisim bulmuş buyurgan tavrına bir itiraz motivasyonundan besleniyor.

Bu dönüşümde toplumsal sınıfların ne tip bir rolü var sizce? 1960’lar ve 70’lerde Türkiye’nin toplumsal sınıflarının belirginleştiğini bunun toplumsal hareketlere de rengini verdiğini ve 1980 90’lardan itibaren de bu sınıfların dönüştüğünü söylediniz. ‘Yeni orta sınıf’ tartışmalarını da hesaba katarak bugünkü ‘Boğaziçi hareketliliğini’ nasıl yorumlarsınız?

Sadece toplumsal sınıflar değil, kuşaklar, anlayışlar, değer yargıları da değişti. Bu bağlamda mesela Gezi’yi hatırlayın. Orada yeni toplumsal hareketlerin işaret fişeği çakılmıştı. Gezi temel karakteri itibarıyla “yeni orta sınıflardan” dinamizmini alan bir hareket idi. Bugünkü Boğaziçi hareketliliği de yine bu şekilde. Yaş kuşaklarını tanımlayan harfler elbette önemlidir ama buna çok takılmamak gerekir. Her ne kadar “yeni orta sınıf” kavramı Marksist akademisyenler tarafından bence oldukça haklı eleştiriler alsa da, yine de bu kavramı kullanmakta ısrar ediyorum. Evet kabul, müphem bir terminoloji. Şimdinin öğrencileri, geleceğin de beyaz yakalı “emekçilerini” kurumsal plaza yaşamının “yöneticilerine” tahvil ediyor. İktisaden tamamen doğru bir eleştiri. Ancak kültürel sermaye açısından bakıldığında durum farklılaşıyor. Bir kere bu öğrenciler geleneksel işçi kesimlerinden farklı bir kampanya yürütüyorlar. Popülist AKP iktidarına onun sahiplendiği, yeniden tanımladığı ve kutsallaştırdığı simge ve kavramları hiçe sayarak yanıt veriyorlar. Her bir kelime ya da kavram değer yüklüdür ve güçlerini de bu değerlerden alırlar.

Bunu yaparken bir meşruiyet kaygısı da yok ama. Geniş kesimler ne der veya bu yaptığımı kitlelere nasıl izah ederim gibi bir kaygıyla hareket edilmiyor. Bu kaygısızlığı neye bağlıyorsunuz?

Velev ki bu kesimin böyle bir kaygısı olsa zaten başlı başına tutarsızlık olurdu. Hem hükümetin kavram seti içinde oynamaya başlarlar, hem de sonrasında bu denli ses getiremezlerdi. Ancak onlar tıpkı Gezi’deki gördüklerimiz gibi çok orijinal bir şey yapıyorlar: Kavramları alıp, önce kelimeleştiriyor, ardından da harflere ayırıyorlar. Yani onlara “yapı-söküm” uyguluyorlar. Mesela hükümet “sapkınlar” dediğinde “Hepimiz sapkınız” diyorlar.

Popülist söylemin en güçlü silahı “ahlakçılıktır”. Dikkat edin ama, “ahlaklılıktır” demiyorum, “ahlakçılık” diyorum, yani ahlak tüccarlığından bahsediyorum. Dolayısıyla bu gençler yapı söküm yaptıkça, doğal olarak kavramlara iktidar tarafından yüklenmiş değerler de ortadan kalkıyor. Özetle Boğaziçi protestolarındaki gençlik “anti” bir kampanya yürütüyor. Anti popülist, anti kavramcı ve anti ahlakçı. Bu gençler iktidar blokunun heybesindeki her şeyi işlevsiz kılıyorlar. Zaten onları da en çok ürküten, afallatan ve sinirlendiren de onların bu tavrı oluyor. Çünkü bu “anti” yönelim iktidar sahiplerine kırılganlıklarını bir kez daha hatırlatıyor.

Ancak şunu söyleyenler de var; “söz konusu bu anti-popülist söylem ya da değer yargılarını boşa düşüren eylem tarzı iktidarın işine geliyor, bu yüzden AKP bu tip hareketlerden güçleniyor. Çünkü böyle hareketlerin ardından iktidarın etki alanındaki toplumsal kesimler, iktidara daha çok yanaşıyorlar”. Bu eleştiriye ne dersiniz?

Haklı olabilirler ancak bu, AKP seçmenlerinden oy almak isteyen muhalefet partilerinin düşüneceği bir konu. Gençler bu hesabın içinde olamazlar, neden olamadıklarını zaten konuştuk. Geleneksel anlamda siyasete mesafeliler. Yaşadıkları döneme dair yapısal rahatsızlıkları ve dolayısıyla da eleştirileri, bunun yanında da spesifik gündemleri var.

Ama az önce de dediğim gibi “iktidar” her zaman “eril” bir öz içerir. Burada erili “cinsiyet” anlamında değil “tahakküm eden, güç kullanan” anlamıyla kullanıyorum. Ama bir yandan da AKP iktidarının gerçekten cinsiyetçi anlamda da eril bir yapısı var. Cinsiyetçi açıdan bu eril yapı LGBTİ’yi ahlakçı bir tarzda kendi karşısına konumlandırıyor. Ne diyor Erdoğan, “LGBT, yok öyle bir şey, bu ülke millidir, manevidir”. Aslında tersinden baktığımızda milli değerleri LGBT üzerinden konumlandırıyor da diyebiliriz. Neticede nereden baktığına bağlı. Ama sonuçta siz hükümet olarak ne yapın edin LGBT birden gündem oluyor. Yani gençlerin bu eylemi iktidar bloku açısından hem oyun bozucu hem de sinir bozucu. Herkes Marks’ın hayaletine referans verir, ama ben burada Michel Foucault’a gönderme yapacağım ve hayaletinin Boğaziçi Güney Yerleşke’de dolaştığını söyleyeceğim.

Son olarak İçişleri Bakanlığı’ndan “Devletimizin gücünü sınamayın” diyen bir açıklama dahi geldi. Keza Bahçeli de “Başları ezilmelidir” dedi. İktidarın bu söylemini nasıl yorumluyorsunuz?

Dediğim gibi bu protestolar iktidar açısından oyun bozucu olduğu kadar sinir bozucu da. Ortada asimetrik bir mücadele sürüyor. Yani bir yanda iktidar tüm gücüyle hareketi bastırmaya, sesleri kesmeye çalışıyor, öte yanda da gençler iktidarın tüm çatlaklarından içeri sızmayı başarıyorlar. Gerçekten komik, devletin gücünü bu gençler mi sınayacak? Dediğim gibi aslında iktidar kırılganlığından dolayı bu kadar rahatsız, hepsi bu.

FARKLILIKLAR VAR AMA BİR ARADALAR

Bugün karşı çıkan, itiraz eden gençlerin arka planda kendisini belli belirsiz hissettiren bir laiklik özlemi de yok mu? Geçmişte siyasal İslamcılık karşısında konumlanan hareketler Cumhuriyetçiliğe, Kemalizme yaslanıyordu. Ancak bunlar tasfiye edilince gençler laikliğe olan ihtiyaçlarını bu şekilde ifade ediyorlar diyebilir miyiz?

Katılıyorum. Ama burada laikliği ve muhafazakarlığı iyi açmak lazım. 1990’lı yıllardaki biçimiyle kendini tüm toplumsal gerçeklerden sıyırarak dayatan bir laiklik arzusu olmadığı kesin.

Bu noktada şimdiki hareketlilikte gençler arasında çok sayıda başörtülü öğrenci de var. Hatta Boğaziçili Müslüman Öğrenciler imzasıyla bir bildiri de yayımlandı. Bu öğrenciler “Arkadaşlarımızı kimlikleri üzerinden şeytanlaştırmayın” diyerek Boğaziçi direnişine sahip de çıktılar. Bu bir araya gelişi nasıl yorumluyorsunuz?

Şimdi 90’lı yıllarda başörtülü öğrenciler mitingler yaparken, onlara “destek verenler” vardı. Yani başörtülü ve başörtüsüz öğrenciler siyaseten birbirine destek için bir araya gelirlerdi. Ve bu bir araya gelmeler haber olurdu. Fakat bugün destek olayı ortadan kalktı. O kodlar kalktı, başörtülü başörtüsüz gibi iki ayrı grup yok ortada, bir aradalar artık. Evet, aralarında mutlaka farklılıklar var. Ama bu farklılığı iki başörtülü arasında da, iki başörtüsüz arasında da görebilirsin. Zaten Boğaziçi protestolarında bir araya gelişin altyapısını ideolojik birliktelik oluşturmuyor, dediğim gibi bir “anti” tavır oluşturuyor. Bir otorite karşıtlığı, bir buyurganlık karşıtlığı var.