Özgecan için Türkiye’de binlerce kadın sokaklara döküldü; yediden yetmişe milyonlarca insan, kadın cinayetlerine karşı yıllardır süren suskunluğunu bozdu ve bir biçimde tepkilerini dile getirdi. Bu tepkilerin ardından insanlar, “Özgecan bir milat olabilir mi?” ve “nasıl olabilir?” diye sormaya başladı. Aslında Özgecan’ın ölümü, birçok kadın ve erkek için şimdiden bir milat oldu ve kendinden, kendi bireysel cinsiyetçiliğinden ya da kendi tavizlerinden, suskunluğundan başlayan bir sorgulama, bir zihinsel dönüşüm sürecini başlattı.

‘Özgecan bir milat olabilir mi?’

HÜLYA GÜLBAHAR

Tarsus’ta öldürülen Özgecan için Türkiye’de binlerce kadın sokaklara döküldü; yediden yetmişe milyonlarca insan, kadın cinayetlerine karşı yıllardır süren suskunluğunu bozdu ve bir biçimde tepkilerini dile getirdi. Bu tepkilerin ardından insanlar, “Özgecan bir milat olabilir mi?” ve “nasıl olabilir?” diye sormaya başladı. 
 
Aslında Özgecan’ın ölümü, birçok kadın ve erkek için şimdiden bir milat oldu ve kendinden, kendi bireysel cinsiyetçiliğinden ya da kendi tavizlerinden, suskunluğundan başlayan bir sorgulama, bir zihinsel dönüşüm sürecini başlattı.
Ama sözkonusu AKP parti devleti ve onun politikaları olduğunda, maalesef klasik siyasi fırsatçılık devreye girdi. Toplumun üzerine bilindik kadın karşıtı söylemler ve yedekte bekletilen muhafazakâr baskı politikaları boca ediliverdi.  Sırasıyla bakalım:
Özgecan’in öldürülmesine tepkiler çığ gibi büyürken, önce klasik başını kuma gömme, hiç olmamış gibi davranma, bu tepki sağanağının geçmesini bekleme politikası izlendi. Tüm yetkililer saklandı ya da maydanozun faydalarından söz etmeye devam etti.
 
Tepkiler umursamazlıkla geçiştirilemez bir hal aldığında hemen manipülasyonlar başladı ve ilk adım olarak sosyal medyada “idam cezası geri gelsin” kampanyası başlatıldı. Bu kampanyanın ilk destekçilerinden birinin Cumhurbaşkanı’nın resmi twitter hesabı olduğu ve geçenlerde “kendi elleriyle” sigara karşıtı ilk tweeti attığı söylenen hesap olması bir rastlantı olmasa gerek. Nitekim hemen ardından en yetkili ağızlardan destekler gelmeye başladı.
Avrupa Konseyi üyeliğini ve uluslarası sözleşmeleri askıya almak (şimdilik) mümkün olmadığı için, bu ileriye dönük idam yatırımına linç söylemleri eşlik etti. AB Bakanı’nın “elime silah alır…” sözleri, “yok mu içeride 4-5 delikanlı” çağrıları ile linç kültürü beslendi. Ayetlerle süslenen “kısasa kısas” önerisinin, tecavüzcünün eşine, kızına, kız kardeşine tecavüz etme talebi olduğu (ve bunun Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde pratik örnekleri olduğu) anlaşılınca bu konu üzerinde fazla yoğunlaşılamadı. Kısasa kısas yerine “hadım etme” politikası devreye sokuldu. 
 
Kadın ve meslek örgütlerinin itirazları, susturulmuş medya sayesinde püskürtülerek Haziran 2014’teki TCK paketi içinde sessiz sedasız yasalaştırılmış olan “hadım cezası”nın tam zamanıydı. Aile Bakanı bir-iki yutkunduktan sonra “ceza değil, tıbbi tedavi olduğu” saptırmasıyla birlikte Özgecan davasında uygulanabileceğini açıkladı ve böylece kamuoyu bu cezanın da çoktan yasalaşmış olduğunu öğrenmiş oldu. 
 
Üstelik TCK’ye “tıbbi tedavi” olarak konulan bu kastrasyon/hadım yaptırımının ilk taslaktaki hali açıkça “kimyasal kastrasyon” diyordu. “Kimyasal” kelimesi çıkartılarak bir adım daha ileri gidildi ve yasaya “cerrahi” kastrasyon da dahil edilmiş oldu. Artık az sayıda ülkede uygulanan ve herhangi bir başarı sağlanamadığı için (Muhafazakâr Polonya gibi sosyal devlet yükümlülüklerinden kurtulmak için “asmayalım da, besleyelim mi” felsefesini gündemde tutan ülkeler dışında) anlamlı bir uygulaması kalmayan bu uygulama artık Türkiye’de de yürürlükte. Uygulandığı ülkelerde sanığın rızası arandığı halde, Türkiye’de bu rıza da aranmayacak ve zorla uygulanacak. Şimdi hep birlikte, Özgecan davası ve devamı davalarda tecavüzcülere hasta ve sapık diyecek ilk hekimin ve onlara kimyasal ya da cerrahi hadım cezası verecek ilk hâkimin kimler olacağını bekleyip göreceğiz.
 
Oysa biliyoruz ki, erkek saldırganlığı ve genel olarak saldırganlık, içgüdüsel değil, toplumsal koşullar sonucu ortaya çıkan bir davranış bozukluğudur. Tecavüz, bireysel bir hastalık değildir; toplumsal bir hastalık, toplumsal bir sorundur. Sorunu “hasta, sapık, cani, canavar, cahil, vb.”  olarak damgalanıp ötekileştirilenleri toplumdan “ayıklayarak” çözmeye çalışmak faşizan bir yaklaşımdır. İdam, siyasal muhaliflere ve güçsüzleştirilmiş yığınlara gözdağı vermek amacıyla devlet eliyle uygulanan bir terör eylemidir. Türkiye ve dünya deneyimleri, devletlerin sokakta kimlere yargısız infaz uyguluyorsa (siyahlar, Kürtler, solcular, yoksullar…) onları idam ettiğinin sayısız örneği ile doludur. Ayrıca idam, kısasa kısas, linç gibi cezalar, dönüp eninde sonunda kadınları da vurur. Türkiye tarihinde adı saptanabilen 15 kadından 10’u bir erkeği (kocalarını) öldürdüğü için idam edilmiştir. Suçu birlikte işledikleri tüm erkekler ise, yaş küçüklüğü vb. bahanelerde kısa sayılacak hapis cezaları ile ödüllendirilmiştir. Tecavüz nedeniyle idam edilmiş tek bir erkek yoktur. Tam tersine, örneğin geçtiğimiz aylarda İran’da bir kadın (Reyhaneh Jabbari) tecavüzcüsünü öldürdüğü için idam edilmiştir. Zina yaptığı gerekçesiyle, genellikle sadece kadınlar ve erkekler tarafından taşlanarak öldürülmektedir. 
 
“Bizim dinimiz, bizim geleneklerimiz…”
Siyasi iktidar, Özgecan’ın ölümünü fırsat bilerek, kendi cinsiyetçi din, ahlak ve gelenek yorumunu topluma biraz daha enjekte etme fırsatını da elbette kaçırmadı. Devletlere her türlü cinsiyetçi gelenek, görenek, dinsel inanış, kültürel kodu, devlet ve toplum yaşamından temizleme görevi veren tüm yasa ve uluslararası sözleşmeleri çiğneyerek; din adına yapılan ne kadar cinsiyetçi yorum, gelenek adına sürdürülen ne kadar cinsiyetçi uygulama varsa savunacağını ve tüm topluma yaymaya çalışacağını bir kez daha gösterdi. 
 
Cumhurbaşkanı, Türkiye Müteahhitler Birliği’nde yaptığı konuşmada, “karar mekanizmalarının büyük çoğunluğunu oluşturan beyefendilere” ve tüm topluma seslenerek, “Kadına şiddet uygulamak Allah’ın emanetine ihanet etmektir” dedi. Böylece, 1500 yıl önce, zamanın koşullarında söylenmiş bir sözü, 21. yüzyılın “yeni Türkiye”sine taşıyıverdi ve kadınları, erkeklerin “emaneti” ilan etti. 
Kamuoyu, tecavüzü “mini etek” giydiği için hak eden kadınlara, “laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar” tarafından yapılan bir eylem olarak meşrulaştırmaya çalışan Nihat Doğan’ı yerin dibine geçirdi. Ama Cumhurbaşkanı’nın müteahhitler huzurunda söylediği ve aynı kapıya çıkan “çağdaşlık denilerek kadının metalaştırıldığına şahit olduk” sözleri pek eleştiri almadı.
 
Ama mini etek tartışması burada kalmadı. Ajanslara Antalya Kepez’de Varsak Lisesi Müdür Yardımcısı bir kadın öğretmenin, kısa etek ve tayt giyen kız öğrencileri taciz etmek üzere erkeklerden oluşan bir timi oluşturduğu haberi düşüverdi. Karma eğitime son vermeye yönelik uzundur sinsice yürütülen politikaların bir parçası olan bu haber aslında “münferit” bir olay değildi. Uzun bir zamandır okullara mümkün olduğunca çok kadın müdür yardımcısı atanıyor ve “kadınlara pozitif ayrımcılık” gibi sunulduğu için pek itirazla karşılaşmıyordu. Oysa amaç, kız öğrencileri kadın, erkek öğrencileri erkek yöneticilerle muhatap kılmaktı. 
Bu arada kadınlara özel “pembe otobüs” önerileri ile kadın erkek ayrı mekânlar/ayrı hayatlar oluşturma propagandaları bir kez daha yükseltildi. Tam da bu noktada, YÖK bir açıklama yaparak, ders saatlerini kadın öğrencilerin eve daha erken dönebilecekleri şekilde ayarladı.
 
Yeni kurulan TBMM Şiddetin Nedenlerini Araştırma Komisyonu’nda ilk günden beri kadınlara psikolojik şiddet uygulayarak susturmaya çalışmak, kazanılmış hakları aşındırmak için propaganda yapmakla misyonlandırılmış İsmet Uçma’nın bu kampanyalara katılmaması düşünülemezdi. Beyefendi, kız çocuklarının kendilerine “emanet” olduğunu vurgulayarak, koroya katıldı ve “Risk grubundaki kişilerin evlendirilmesi doğru değil. Mesela adam alkolik, uyuşturucu bağımlısı, kumar oynuyor... Biz buna çocuğumuzu veriyoruz... Nasıl emanet edeceğiz çocuğumuzu?” diyerek, bunların evlendirilmesine de karşı çıktı. 
 
“En yeni, en modern, en teknolojisever de biziz”
Bu en geri ve cinsiyetçi söylemleri topluma sadece “din ve gelenek” üzerinden kabul ettiremeyeceğini çok iyi bilen AKP, aynı zamanda ne kadar modern ve yenilikçi olduğunu topluma bir kez daha anlatma ihtiyacı duyduğundan, kadına karşı şiddet alanında tekrar teknolojik reklamlara başvurdu. Aile Bakanı hemen bir basın toplantısı düzenleyerek mart ayında elektronik kelepçe için “pilot uygulamaya” geçileceğini açıkladı. Bu teknolojik gösteriler hep pilot uygulama aşamasında kalıyor zaten. Geçtiğimiz yıllarda büyük kampanyalarla reklamı yapılan “panik butonları” da sadece iki pilot ille sınırlı kalmış ve pek bir işe de yaramamıştı. 
Kadına yönelik şiddete karşı köklü ve yapısal reformlar yapmak yerine; panik butonu, elektronik kelepçe gibi son derece sınırlı bir kesime destek anlamını taşıyan, etkisi sınırlı uygulamalar, artık sıkıcı birer reklam parodisi olmaktan ileri gidemiyor. Oysaki, kadına karşı şiddetle kararlı bir mücadele, ülke çapında herkesin kolayca ulaşacağı ve anlayacağı dilde destek alacağı kadın danışma merkezleri, sığınaklar, cinsel şiddet kriz merkezleri ve etkin çalışan bir ‘alo şiddet’ hattı ağı kurulmasını gerektiriyor. Bu kurumsal mekanizmaların yanı sıra, kadın sivil toplum örgütleriyle birlikte somut, takvime bağlı ve yaptırım içeren eylem planları oluşturmak gerekiyor. Bizler de, bunların yerine teknoloji reklamları izliyoruz.
 
İktidar hemen yeni sığınaklar ve cinsel şiddet kriz merkezleri için çalışmaya başlamadı tabii ki, ama Mersin Valiliği iktidarın bunları bilerek açmadığını fark edemediğinden olsa gerek, fırsatçı bir tutumla ortaya atıldı. Özgecan’ın ölümünün yarattığı dayanışma duygusuyla, aileye destek olmak isteyenleri görünce hemen bir para toplama kampanyası açtı. Burada toplanan paralarla bir kadın sığınağı açılacak ve buraya “Özgecan” adı verilecekti. Kadın örgütlerinin gözyaşları içinde kendisini kutlamasını beklerken; adresi belli, kapısında Özgecan yazılı bir tabela olan bir kadın sığınağının, potansiyel kadın katillerine adres göstermekten başka bir işe yaramayacağı itirazlarıyla karşılaşınca projesini değiştirdi. Bu kez de rehabilitasyon merkezi açmak için halktan para toplamaya başladı. Aile de destek vermekten başka çare bulamadı. 
 
“Karşı çıkanı ezer geçeriz”
Aslında AKP iktidarının kadına karşı şiddeti önlemek yerine, bu şiddeti teşvik eden ve bizzat kendi eliyle uygulayan gerçekliği, kendisini en mükemmel biçimde kadınların yaptığı protesto eylemlerine karşı tavrı ile gösterdi. Önce, İzmir’de mor şemsiyelerle protesto eylemi yapan beş kadın gözaltına alındı. Ardından İstanbul’daki kimi protestocu kadınlar yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar. Gösterilerin çoğu polis baskıları altında geçti. Tek başına önünde bir dövizle sokakta oturmak isteyen kadınlar polis tarafından engellendi ve benzeri onlarca baskı ve şiddet uygulaması… Aslında devletin yapması gerekeni yapan, yani şiddeti kınayan, suçluların cezalandırılmasını isteyen bu kadınların, her türlü şiddetten uzak bu protestolarına gösterilen bu tavır, “Yeni Türkiye”nin kadınlara getirdiği ve daha da getireceği şiddet ve baskının net bir fotoğrafıydı. Devletin bu tavrını örnek alarak protestocu kadınlara sataşan erkekleri; el ele vermiş devlet, toplum, ihbarcı ve infazcı bireyin kadınlara yaşatacağı yeni cehennemleri anmıyoruz bile… 
 
Bu fiziki saldırılara sözel saldırılar ve yeni “düşmanlaştırma” propagandalarının eklenmemesi düşünülemezdi. Cumhurbaşkanı, önce dansla protestoyu din ve gelenek üzerinden eleştirdi. Ardından “kadınların erkeklerin emaneti olduğu” söylemine karşı çıkan feministleri yine hedef tahtasına aldı, dinsizlikle suçladı. “Ailede reis, toplumda reis, devlette reis” istemiyoruz diyerek başkanlık sistemine karşı çıktıkları için eleştirdi. 
 
 Eleştirilerini topluma dört bir kanaldan pompalamak için birini oğlu, diğeri kızı için kurdurduğu iki (STK görünümlü Devlet Toplum Kuruluşu’nu) TÜRGEV ve KADEM’i tekrar piyasaya sürdü. Bilal Erdoğan’ın da yönetiminde olduğu Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) Başkanı Arzu Akalın, “Kadın ve erkek yaratılış itibarıyla eşit değil. İslami noktada hassasiyeti olanlar açısından kadın ve erkek arasında yaratılışından kaynaklanan bir eşitlik olamaz” diye buyurdu. Henüz Türkiye ve dünya kamuoyunca tanınma ihtiyacındaki KADEM, bu kadar açık bir eşitsizlik propagandası yapmaya soyunamasa da, kadına yönelik şiddetin artışında siyasal iktidarın hiçbir rol ve sorumluluğu olmadığı propagandası için televizyonlarda çırpındı durdu.
 
“Mağduriyet rolünü de kimseye kaptırmayız”
Özgecan cinayeti sonrası sahnelenen iktidar komedisinin en vurucu hamlesi ise, cuma sabahı yandaş gazetelerin birinci sayfalarını süsleyiveren “Sümeyye Erdoğan’a Suikast” manşetleri oldu. Sayfaları kaplayan “baba-kız” fotoğrafları ile adeta Özgecan ve babası Mehmet Aslan ile bir mağduriyet ve rol çalma yarışı başlatılmıştı.
Bu sahte suikast, sahte mağduriyet çabalamalarına elbette gülünüp geçilebilirdi; eğer ki, binlerce tecavüzcü için, yüzlerce hırsızlık, usulsüzlük, anti-demokratik uygulama için kılını bile kıpırdatmamış olan Savcılık, bu iddiayı ciddiye alıp, anında bir suikast soruşturması başlatmasa idi…
 
Eşitlik ve özgürlükten milim taviz vermeyeceğiz
Aslında hiçbiri yeni olmayan bu sözler ve politikalara bakıp da, ne korkuyor, ne de umudumuzu kaybediyoruz. Ne istediğimizi ve bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu bilmek bize yetiyor.
 
Başta feministler olmak üzere biz kadınlar, hayatın her alanında ve her anında eşitlik ve özgürlük istiyoruz. Özgürlüğümüzün “bedenimiz bizimdir” diyebildiğimiz noktada başladığını biliyoruz. Kimsenin malı, mülkü, emaneti olmayacağız. Kendi bedenimiz ve hayatımız üzerinde, kendi irademizden başka bir irade tanımak istemiyoruz. Özgür irademizi, cinsiyetçi ahlak ve din yorumcularının “namus bekçiliğine” devretmeyeceğiz. Eşitlik kavramının, bu dünyadaki hak ve özgürlüklerden tek kelime edilmeksizin, yaratıcı önünde “kul olarak eşitlik” ile sınırlandırılmasını kabul etmeyeceğiz. Hayatımızı, erkeklere verilmiş bir “emanet” olarak yaşayarak bulacağımız iddia edilen sahte özgürlük ve sahte huzur için feda etmeyeceğiz. Kimse boşuna hayal kurmasın, korkmayacağız, yılmayacağız; özgürlüğümüzden ve başka bir dünya hayalimizden asla vazgeçmeyeceğiz.