Bu seneki Metin Altıok Şiir Ödülü’nü alan 28 yıldır tutuklu şair İlhan Sami Çomak, “Özgürlüğün içinde ne olduğunu bana kimse unutturamaz. Bu mümkün değil! Özledikçe özlemle diriliğini koruyor” diye konuştu.

Özgürlüğü kimse unutturamaz
İlhan Sami Çomak - HAYATTAYIZ NİHAYET

Oğuzcan ÜNLÜ

Türkiye’de edebiyat üretiminin küçümsenmeyecek bir bölümü cezaevindeki şairler ve yazarlar tarafından gerçekleştiriliyor. Bu isimlerden biri olan şair İlhan Sami Çomak 28 yıldır cezaevinde ve yazmaya devam ediyor.Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülü’ne sahip olan Çomak, hapishane edebiyatı gibi kavramlara indirgemeci yönü dolayısıyla itiraz ediyor. Aynı zamanda PEN Galler Onursal Üyesi olan Çomak’la Metin Altıok’u, özgürlüğü,şiirlerini, hapishane edebiyatını ve cezaevinde yazmayı konuştuk.

Metin Altıok Şiir Ödülü’nü almanız size neler hissettirdi?

Ödülü açık bir sevinç ve mutlulukla, buralarda pek görülmeyen istisnai bir duygu yoğunluğu ile karşıladım. Bu duygu durumu sadece çok prestijli bir ödül olmasına dayanmıyordu şüphesiz. Bununla beraber Metin Altıok'un benim dünyama şiirden çok önce, ben ortaokul öğrencisiyken Metin Hoca olarak girmiş olmasından kaynaklanıyordu. Yaşanmışlıklar, hisleri kavileştiren bir dayanak özelliği aslında. Sadece bir isim, şiirleriyle tanıdığım bir şair olmadığını bilmek; yürüyüşünü, sesinin tonunu, saçını tarama biçimini, boyunu pozunu, gülüşünü hatırlamak her şeyi daha gerçek, içtenlikli ve ayrıcalıklı duygularla yaşamama sebep oldu.Ben bir insanı tanıdım, bir şairi değil. Yani Metin Altıok'u;oraya dizeler, şiir kuramları, soyut göndermeler girmeden en yalın haliyle o zamanki bilincimin izin verdiği ölçüde tanıdım, bildim. Bunun daha büyük ve kavrayıcı bir öğreticiliğinin olduğunu düşünürüm çünkü görmek hiçbir perdeyi kabul etmiyor. Bakışın ve görmenin direttiği, sonradan eklenen kimlikleri ayrıştırarak öze en kısa yoldan yönelmeyi mümkün kılar. Benim gördüklerim ile sonradan okuduğum şiirleri arasında bir uyum vardı. Metin Altıok kendi şiirine benzeyen bir şairdi. Onun adına düzenlenen bir ödüle layık görülmek, bu yüzden hem tanıdığım bir insan hem de bildiğim bir şair tarafından iki kere takdir edilmek gibiydi.

ALTIOK’TA DUYARLILIK BİLİNÇLE BULUŞUR

Metin Altıok’un Türkçe şiir ve sizdeki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?

Metin hoca sessiz biriydi, fazla dışa dönük değildi. Biz öğrencileriyle olduğu gibi öğretmenlerle de böyle bir ilişki düzeyi vardı. Buna rağmen hep ilgi çekici bir havası vardı. Onu severdik. Okumalarımdan şiirinin de benzer bir özellik gösterdiğini söyleyebilirim, özellikle şiirinin giderek öne çıktığı dönemin siyasal koşullamaları ele alındığında kendi şiir anlayışını savunan, yüksek sesle konuşmaya itibar etmeyen, gerçeği ve toplumsal sorunları dillendirmenin farklı birçok yolunun olduğunu bilen dirençli bir Metin Altıok şiirinden bahsedilebilir. Sadece duyarlılıklarla değil bilinçle, bilinçli yönelimle şiirini kuran biri. Bir şiir disiplini ve kuramına sahip. Yalın ama çaba gerektiren şiiri, belki hızla akla ve dile yapışmıyor olabilir ama kesinlikle hep oradalar ve zamanı geldiğinde durulukla bellekteki yerini sağlamca oturabiliyor. Hayat bunu kanıtladı zaten.

Kendisi olmaktan vazgeçmeyen, genel geçer şeylere, zamanın ruhuna itibar etmeyen biri olunca şiirinin de buna göre belirlenmesi anlaşılırdır. Metin Altıok'u özgün ve kalıcı şiirleriyle anıyorsak, hâlâ şiiriyle etki edebiliyorsa, bu biraz kendi varoluş şartları ile şiiri arasında doğrudan bir bağ kurmayı ve bunu tek tek bireylere yansıtarak aralarında bir ortaklık sağlayabilmesi ile mümkün olmuştur.

Bulunduğum cezaevi koşullarından dolayı Metin Altıok şiirine epey geç bir zamanda temas edebildim, yazık ki. O ana kadar şiir yolunda biraz ilerlemiştim ve ana yönelimlerle sesim giderek rengini bulmuştu. Dolayısıyla şiirimi doğrudan etkilediğini söyleyemem ama şiirinin sağlam gövdesi ile yalın ama kalıcı söylemi bilinçle ve disiplinle işleri ele almak gerekliliğini önermesi; söz söylerken, şiir kurarken, savrukluktan geri durmamı, bunu daha denetimli ve ölçülü olmayı unutmamam gerektiğini öğretti. Bunu ne kadar başardığımı bilmiyorum ama durum bu.

Hayattayız Nihayet kitabınız, “Belki ayna kırılmıştır/Gülüşümden kavra beni, aynanın söylediklerinden değil” dizelerine sahip “Özgürlük” adlı şiirinizle başlıyor. Özgürlük sizin için hangi anlamlara sahip?

Özgürlük hayatla eşdeğerde bir kavram benim için. Ya da yaşamanın her haliyle yaşamın tadına tuzuna varmanın bir diğer adı. Basit bir kısıtlama bir şeyin engellenmesi ile yapıp ettiklerinize sınır koymakla açıklanmayacak koca bir ömürdür. Süren zorlukla hep adaletsizlikle sınandığım bir tufan ikliminde yaşamaya mahkûm edildim. Böyle olunca her şeyi; en başta hayatın kendisi, özlemleriniz, istekli tutkularınız daimi bir sınamaya tabi tutuluyor. Bu aslında bizzat benliğinizin aşmak mecburiyetinde olduğu hiç bitmeyecekmiş gibi duran bir sınava dönüşüyor. Böyle olunca her şey, tüm anlam ve hisler boyut değiştiriyor. Abartılı şekilde keskinleşiyor. Anlar ya da yıllar değerini kaybediyor.

Ama özgürlük ve özgür olma isteği; ne olursa olsun zamanın ve mekânın kuşatıcı ve öğüten gücüne karşı en dirençli, hayatta kesin bağı olan bir kavram ve varoluş biçimi. Özgürlüğün içinde ne olduğunu bana kimse unutturamaz. Bu mümkün değil! Özledikçe özlemle diriliğini koruyor. Özgürlükte genişlik var. Özgürlükte; derede akan suyun çıkardığı ses var, dağdan inen soğuğun seni titretmesi var, kedinin yumuşaklığına gömülmek ve atın parlak doruna bakmak var, ayakların çamura batması var, sevdiklerinle aynı sofraya oturmak ve sonra gecenin bir vakti karanlığa karışıp uzun uzun yürümek var, sevgilinin kendisi var özgürlükte! Burada ne yoksa özgürlükte var! Özgürlüğü ve hayatı abartıyorsam şayet bu belli ki yoksulluktandır. Az kaldı ama değil mi?

SU İNATÇIDIR

Kitabınızdaki şiirlerde suyun her haliyle oyunlar oynadığınızı ve suyun güçlü bir imge olarak okurlarla buluştuğunu görüyoruz. Suyun şiirlerinizle ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Şiirimde uzandığı çağrışım ve temsil ettiği düşünülen benzeşim alanlarını, bütünüyle öngörerek suyu ele alıp işlediğimi söyleyemem ama doğrudur; suyu, denizi,nehri pek çok şiirimde hem bir metafor ve bir temsil aracı olarak hem de somut göndermeler bağlamında gerçek anlamlarıyla kullandığımı, dönüp geriye baktığımda ben de görüyorum. Belli ki bunun doğadan mahrum edilen yaşamımla bir ilişkisi var. Sadece su değil doğaya dair bilinen tüm unsurların, şiirime hücum etmesinin bu mahrumiyetle açıklanması isabetli olacaktır belki de.

Hem suyun hayata benzer özellikleri var. Çok inatçıdır gerçekten, çok inatçı ve dirençlidir. Her yere sızar, çatlakları arar ve bulur. Şiirimde öne çıkması hayat ile benim yaşama eğilimim arasında bağ kurmak niye yanlış olsun ki.Suyun inadı sürekliliğindendir. Yumuşacık bir doğası vardır ama asla vazgeçmeyen bir yasası vardır. Kendi istek ve arzularından vazgeçmeyen ben, suyun sabit durmaya karşı çıkan bu yasasını bir imkanla metafor olarak kullanırken aynı zamanda kendi inadımı alışılmadık bir şekilde besliyorumdur belki de. Şiirle, kendi çorak hayatımı besliyorum ki geleceğin düzlüğüne çıkabileyim. Yoksa çıplak gerçek dayanılır gibi değil.

MAĞDURİYET ŞİİRİ YAZMIYORUM

Zamandan ve yoldan bahsetmek istiyorum. “Gecikince” adlı şiiriniz kitabınızın sayfalarından fırlıyor ve âdeta farklı mekânlar ve zamanlarda salınıyor. Şiirinizin duvarları aşıp ‘dünyada’ dolaşması size neler hissettiriyor?

Duvarları aşıp dünyada dolaşan bir şiirim varsa bu, benim hislerim, bilene bilene zehir gibi keskinleşen hislerim ile bana acı veren aklımın, elbette bilincimin taşması ile açıklanabilir olsa olsa. Belki de şiir yazmamın sebebi tam da budur, dünyada, olmak istediğim dünyada dolaşmak; gerçek diye kabul ettiğim hayatı, nesneleri, mekânın genişlikle nefes veren türlü çeşit görünümlerini buraya hücreme çağırmaktır. Çünkü buraya alışmak, bu yaşamsızlık ve tekrarı kabul etmek istemiyorum. Dolaşan bir şiirim varsa bunu bir başarı olarak kabul ederim. Şiirsel bir başarıdan,yazdıklarımın kalıcılık bahsi ile belleklerde yer etmesinden söz etmiyorum. Bu durumda esas başarı; yaşadığım yere benzemek derdini, o korku sınavını geçerek hayal gücü ve çalışma azmimle el ele verip dışarıya, insanların arasına, doğanın renklerine hem gerçek ve genel hem de şiirin zamanına uzanabilmek esnekliği ile izah edilebilir.

Yaşadığım yere benzemek istemiyorum. Bunun için şiir yazıyorum. Kendimden sıkılmak istemiyorum. Bunun için şiir yazıyorum. Pek çok isteğim var, bu istekler benim mahpusluğumu değiştirmiyor evet ama bu kötü rüyaya karşı koymak ve gerçeklerle solmayan bir ilişki kurmak için şiir yazıyorum. Dolaşan şiirler böyle böyle gün yüzüne çıkıyor.

Canım nereden yanmışsa oradan yazıyorum. Her şeyi, her varoluş imkanını hatırlayacak yazıyor olmam, hayatımın omurgasından, ruhumun ta dibinden yükselen bir acıdan ve yangından, böyle yaygınca böyle çığlık çığlığa şiir söylememin benim açımdan kaçınmanın mümkün olmadığı ağır bir yükten kaynaklandığını belirtmeliyim: Ben hayatımdan vuruldum ve oradan şiir yazıyorum ama mağduriyetle sakatlanmış bir şiire tenezzül ettiğimi kimse iddia edemez. Aksine şiir bilinci ve görgüsüyle işlek bir mutluluk ve umutlu bir geleceğin peşine düştüm hep ve acılarımı dönüştürerek bir güç odağı olarak kullanmayı bildim. Bana kalırsa hislerim ve şiirli bilincimden kaçan şeyler eğer okura dokunuyorsa böyle gerçek bir arka plana sahip olmasındandır.

Son yıllarda sizin gibi hapishane koşullarında ve müebbet durumundaki yazarların edebiyatı için müebbet edebiyat kavramı kullanılıyor. Siz kendi edebiyatınızı bu kavrama dâhil ediyor musunuz?

Müebbet edebiyat kavramı ile çok sık karşılaştığımı söyleyemem. Oysa hapishane edebiyatı gibi ucunun nereye vardığı pek belirsiz bir kavramın yaygınca kullanıldığını biliyorum. Ben her iki kavrama da kategorik olarak karşı çıkıyorum. Yine de hapishane edebiyatının, pekçok itiraz olmasına rağmen kabul gördüğünün de farkındayım. Karşı çıkmamın sebebi eserin niteliğini değil de nerede yazıldığını göz önünde bulundurmasından ileri geliyor. Bir eserin nerede yazıldığı, onun içeriğini ve niteliğini belirlemez. Bu yönüyle genellemenin ayrıntıyı es geçen yönüne sığınmaktan imtina edilerek bizzat eserlerden yola çıkmalı.Tıpkı dışarıdaki bir yazarın eserine uygulanan değerlendirme normlarında olduğu gibi, içeride yazılaneserlerin de sağlıklı şekilde kritik edilerek ele alınmasının başlangıç açısından sahip çıkılması gereken bir doğru olduğuna inanırım.

Oysa bu tanımda tüm eserleri bir bağlamda ele alarak edebi kriterin göz ardı edildiğini görüyorum. Eserin nerede yazıldığı, onu nitelikli veya niteliksiz kılmaz. Bu yazarın yeteneği ve onu işlemeye ilgili şekilde açıklanabilir ancak. Aslında hapishane edebiyatı denmesinde bir kolaylık, emek vermeden kimi değerlendirmelerde bulunmanın getirdiği epey geçmişe dayanan bir rahatlık var. Sessizce geçiştirilen bir hor görme, bir tukaka etme hali. Ne de olsa hepsi sloganla malul, hepsi benzer şeyler söylüyor! Yaygın kanı bu olsa gerek. Bu değerlendirmenin besleyen, edebi anlamda fire veren eserler yok mu, var elbette.Oysa aksini kanıtlayan, ciddi bir edebi emekle işlenmiş pek çok eser de söz konusu. İlgilenilip teşvik edilmesi, bir ayrıcalıkla değil, has edebi ölçülerle okunarak teşvik edilmesi gerekenler, işte bu ikinci grupta olanlar olmalı. Zira ne olursa olsun her yer ve zamanda, edebiyatın düzeyini yukarı çeken eserlerdir, bizim kucaklamamız gereken.Bütünbu söylediklerimden anlaşılmıştır sanırım, kendi edebiyatımı nerede konumlandırdığımı. Yine de belirtmeliyim, bu kavrama dahil etmiyorum kendi edebiyatımı.

ASLOLAN KENDİNE AİT OLMAKTIR

Hapishane koşullarında oluşan edebiyatın birtakım ortaklıkları olmak durumunda mı, bu edebiyatın oluşumunda ve dolaşıma girmesinde karşılaştığınız sansür gibi mekanizmalar var mı?

Hapishane koşullarında oluşan edebiyatın birtakım ortaklıkları olması zorunlu değil elbette. Böyle bir ortaklığın zorunlu olduğunu kabul etmek öncelikle edebi yaratıcılığın ve duyarlılıkların teke indirgenmesini onaylamak olacaktır. Her insan farklıdır. Hayata bakışın ve onu dile getirmenin sonsuz çeşidi olmalı ki aynı şeyi yaşayan insanların asla tahmin edilmeyecek bir tat ve görme biçimi ile apayrı şeyler aktardığına şahit oluyoruz.

Her insanın ölümü, aşkı, acıyı karşılamak kapasitesi, ele alma biçimi ve bunların derinliğini algılaması aynı olamaz. Sanırım bu konulara ilişkin söylenen sözün çokluğuna ortaya çıkan eserlerin sayısız olmasına rağmen hala tüketilmemiş olması, insanın her çağda çaresiz şekilde kendi dönüşümünü ona hatırlatacak bir edebi düzey ve yaratıcılık aracıyla açıklanabilir. Sanat, ruhsal ve kültürel dönüşümü tespit eden en uygun araç olsa gerek.

Aynı koşullarda yaşamak belli duyarlılıkları tetikliyor, ortak bir yönelimle söz söylemeye sebep oluyorsa şayet, buna orada koşulların hayal gücüne ve yaratıcılığabaskın çıktığı kanıtlamış olur. Ama daha önemlisi gerçekte has edebiyattan, yaratıcılığın ele avuca sığmayan gücünden de bahsedilemeyeceği bir durumla karşı karşıyayızdır demektir bu.

Şu kaydı düşmeyi gerekli görüyorum. Koşullarının ve yaşadıklarının etkisini şiddetle hissedip bunu edebi bağlamda dönüştürerek bir eserle devretmek her zaman olasıdır. Burada aslolan, kendine ait olmaktır. Kendine ait bir bilinç, kendine ait duyarlılık ve kendine ait edebi bir söz ve eser. Şartların yarattığı kolektif bilinçle siyaset yapılır, edebiyat değil. Olsa bile özgürlükten uzak ve zayıf kalmaya yakındır.