Malları sedyelere yüklüyoruz, 3 sedye-6 kişi mevcutla, cepheye doğru ilerliyoruz. Rehberimiz, “İlk 3 günü iyiydi” diyor. Üçüncü gününde, devamlı çatışmaktan yorulmuş ve gururlu yeğenimiz

Özgürlüklerini savunan insanları öl-dü-re-mez-sin!

> NEJAT İŞLER

Beyaz tavana açtım gözlerimi. Neredeyim? Haa oteldeyim. Saat? Telefona elimi uzattım, ekranda 11 cevapsız çağrı. Kardeşim aramış hep. Neden? Arıyorum, “Abi, işimiz var geliyorum”, “Gel.”

Giyinip iniyorum aşağıya. Bütün çapulcu tayfa gelmiş. İsyana yardım ve yataklık etmeye hazırız. Cephenin gerisinde bilgilendirme toplantısı yapıyoruz ayaküstü. Perpa’dan kalan gaz maskeleri alınmış, sedyeler tamam; fenerler ve düdükler de hazır. Şimdi köşedeki bakkaldan içecekleri alacağız. Bakkalımız Kürt, aldıklarımızın yarısının parasını istiyor. Kimse, “Gezi’de Kürtler neredeydi?” demesin.

Malları sedyelere yüklüyoruz, 3 sedye-6 kişi mevcutla, cepheye doğru ilerliyoruz. Rehberimiz, “İlk 3 günü iyiydi” diyor. Üçüncü gününde, devamlı çatışmaktan yorulmuş ve gururlu yeğenimiz. İtalyan Yokuşu’ndan parka doğru yürüyoruz. Daha 200 metre gitmeden mola istiyorum. Nefesleniyoruz, devam...

Bir 200 metre daha, yine mola. Çocuklar heyecanlı, bir an evvel varmak istiyolar cepheye. Yalnız benim tekne küçük, yetişemiyorum oğlanlara. Bir 200 metre daha, mahşeri kalabalığa kavuşuyoruz. Rehberimiz, “Malzeme gidiyor” diye bağırarak, bizi ilerletmeye çalışırken, ben yavaşladığımız için mutluyum. “Yaşlanmışım ulan” diye düşünüyorum. Zaten, isyancıların arasındaki yaşlılardan biriyim. Çocuğum yaşında çoğunluk, anne-babamın beni doğurduğu yaşı düşünürsek.

Parka vardık. Önce içecekleri bırakıyoruz, sonra revir. Malzemeleri teslim ederken, genç ve güzel bir doktor, “Nejat bey, iyi görünmüyorsunuz, sizi muayene edelim” diyor. Ne demek! Kendimi parkın meleğinin ellerine bırakıyorum. Karaciğerim fenaymış, bir de vücudumdaki kırmızı lekeler sedef hastalığı olabilirmiş. Teşekkür ediyorum, bi hastaneye görünmem gerekecek, bugün değil tabii. Bugün, “ağır abi” Afrika’da yaptığı safari tatilinden döndü ve havaalanında konuşma yaparken, müritleri “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” gibi bir şeyler bağırdılar.

Ekibin çok işi var, beni sinemacılar çadırına bırakıyolar. Bir sürü dost orada. Öpüşme faslı dakikalar alıyor. Oturup muhabbete başlıyoruz. Fotoğraf falan derken, gelen gidenimiz çok. Havuzun ordaki çArşılılar, “Abi gel, şarabımızı iç” daveti yapıyor. “Oğlum, ayık kalın, apaçiler gelebilir” diyorum. “Bari bi üçlü çektir”. Üzerimde Lefter forması var. Ağır Fenerli olduğumu biliyolar. Gidiyorum, giderken “Yalnız Beşiktaş diye bağırmam” diyorum. Üçlüyü çektiriyorum, çadıra geri dönüyorum. Müzisyen arkadaşlar gelmiş. En sevdiğim birine, en sevmediğim biri için “Bunun ne işi var burda” diyorum. “Abi, manitacılığa geldi” diyor.

Gezi güzeldi. Gerçekten çok güzeldi. Aramızda vurulup düşenler oldu. Ben de 6 ay sonra düştüm. Revirdeki doktor, “Sende Gezi hastalığı başlamış” demişti. Ne kadar haklıymış. Vicdansızlara ulaşamayınca hasta oluyor insan. Hesap vermeden, pişkin pişkin takılınca hâlâ birileri, hasta oluyor insan. 8 Haziran’da hala muhatapsak bunlarla, öldürür kendini insan.

Özgürlüklerini savunan insanları öldüremezsin. Yoksa “toplum sözleşmesi” bozulur. Gezi’de kalanları, yaşayanları, bedel ödeyenleri, savaşanları ve Gezi ruhunu yaşatanları selamlıyorum...