Paris iklim anlaşması nedir ne değildir?-2 | Hâkim sınıflar arası denge
Fosil enerjiye dayalı sermaye ittifakı için pazar yaratma sürecinde olan iktidar, ayak uydurmak için ‘gelişmekte olan ülke’ argümanını sıklıkla kullandı. Fosil yakıtlara dayalı büyüme önünde engel olacak her türlü muhalif tutumu düşmanlaştırma stratejisi izlendi, izlenmeye de devam ediyor.
Avukat Fevzi ÖZLÜER
Kuralsızlığa dayalı büyüme rejimini, hakları kullanılmaz kılacak biçimde hukuk kurallarını işlevsiz kılma, bağımlı bir yargı pratiği yaratarak siyasi merkezi denetimsiz bırakma stratejisiyle süsleyen 1980 sonrası hükümet pratikleri içinde Erdoğan rejiminin özel bir yeri var. Bu dönemi özgün kılan, küresel siyasal sistemle entegrasyon aşamasında, kamuoyu, siyasal partiler gibi siyasi denge mekanizmalarını ve yargı, yerel yönetim gibi yönetsel mekanizmaları işlevsiz kılarak tek başına Cumhurbaşkanlığı’nın bir aktör olarak belirmesiydi. Bu belli açılardan avantaj sağlasa da, yönetsel karar vermede kolaylıklar gibi devlet mekanizmasının yönetilebilirliğini mümkün kılma ve küresel aktörlerle stratejik pazarlıklarda iç dinamikleri bir denge unsuru olarak gündeme getirme şansını da iktidarı temsil eden kişinin elinden söküp aldı. Böyle olunca, inşaat, madencilik ve enerji alanında fosil yakıtlara dayalı büyümeyi esas alan; inşaat malzemesi çıkartarak hem kırsal hem de kentsel ekonomiye hâkim olmayı her daim gündeminde tutan bir ittifaklar kümesinde gedikler açılmasının da koşulunu yarattı. Yakın döneme kadar, fosil yakıtlara dayalı büyüme önünde engel olacak her türlü muhalif tutumu düşmanlaştırma stratejisi izlendi, izlenmeye de devam ediyor.
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKE…
Fosil enerjiye dayalı sermaye ittifakı açısından kılçıksız bir pazar yaratma sürecinde olan iktidar, küresel rejimin yaşadığı dönüşüme ayak diremek için de ‘gelişmekte olan ülke’ argümanını sıklıkla kullandı. Küresel sistemin hukuk kuralları dışında durmasının nedeni olarak ülkenin kapitalist bir ülke gibi birikim için gerekli koşullara sahip olmadığı gerçeği idi. Ancak bu gerçek sosyal adalete dayalı bir gelişme için değil; sermaye birikiminde iktidara yakın bir blok örgütlemek için kullanıldı. Tam da bu retorik aynı zamanda, küresel eklemlenme için bir dönem etkili de bir araç oldu.
Tek muhatabın yarattığı kolaylıklar, girişim serbestlikleri ve hukuksuzluklarla örülü yatırım ortamı bir süre sonra iş yapma süreçlerine, iş geliştirmeye ve sermayenin sürdürülebilirlik rejimi açısından da bir tehdit ortamı oluşturmaya başladı. El konulan sermaye gruplarının yaratabileceği finansal gücün sınırlılıkları, kamu kaynaklarıyla büyümenin sınırlılıklarıyla birleşince; küresel pazarda kredi ve yeniden pazar inşa etmek için mevcut siyaset etme biçiminin de engebeleri süreci taşımamaya başladı. Birikim rejimi açısından, hukuki keyfiliğin sonunun geldiğinin değil; rejim açısından sürdürülebilir olmadığı bir dönemin arifesindeyiz.
KIYIMLAR HATIRLATILMALI
Paris Anlaşması’nın imzalanması, bu yönüyle yeni bir dönemin habercisi olarak açığa çıkmaktadır. Yeşil bir dönüşüm iddiasıyla süslenen politik hat, iktidar değişikliğini gündeme getirmese de 18 yıllık iktidarın bir makas değişikliği yapmadan mevcut küresel sermaye ile bundan sonra uyumlu çalışamayacağının işaretini veriyor. Bu makas değişikliğinin sermaye açısından konulan kurallara iktidarın uygun davranmak zorunda kalacağı bir sınırlılık olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Küresel sermaye açısından bir hukuk devleti beklentisi yoktur. Bundan sonrası için devlet ve sermaye ittifakında, küresel kredi pazarının yeşil ekonomi ekseninde gelişmesi durumunda, iktidarın gerçek bir sermaye iktidarı haline gelmesi mümkündür. Şimdiden, mevcut iktidar etrafında kümeleşen fosil yakıtlara dayalı büyüyen Cengiz, Limak gibi termik santral, nükleer, madencilik sektörünün tekelleri küresel sistemde kredi bulmak için yenilenebilir enerji sektörüne bu dönende hızlı bir adım attı. EBRD tarafından Türkiye’de yenilenebilir enerji sektörüne 500 milyon dolar kredi verileceği haberleri bile, cevval CEO’ların yatırım projeksiyonlarında gündem oldu. Pek tabi, bu noktada yerli sermaye açısından Paris Anlaşması süreci bir dizi dönüşümü de gündeme getirecek. Küresel yönetişim aktörü olarak salınan bu ittifak grubu açısından da hukuk kuralları diye bir gündem belirecek. Bürokrata iş bitirtme, kamu kaynaklarıyla büyüme dönemi küresel pazarın yeni aşamasında ortadan kalkmayacaksa da bu aktörleri zorlayacak. Yeşil kredi ve finans kaynaklarına ulaşmak için kendilerini temize çekecek bir vitrin yaratmak isteyecekler. Bu nedenle de kültürel miras, arkeolojik sit alanları, doğal kıyımlar onlara her daim hatırlatılmak zorunda.
Bu bağlamda yerel iktidar ver sermaye bloğu, iç hukukta koyduğu kurallara, belli çıkarları adına uymaktan imtina edecek bir yönelimi üretmeye devam ederse; küresel sermaye gruplarının çıkar ve ihtiyaçlarıyla uyumlu, küresel kredi sisteminin yönetsel beklentilerini sağlayan bir iktidarın ortaya çıkma olanağı ortaya çıkabilir. Mevcut yönetim bu gelişmeyi yönetemezse, iktidarını sürdüremez; Paris Anlaşması koşullarıyla ve yeni birikimin ihtiyaçlarını karşılayacak hukuki, yönetsel kapasiteyle uyumlu yeni bir iktidar olasılık olarak gündeme gelir. Pek tabi bu gelişmelerde mevcut seçim sisteminin, sınıfsal ittifakların ve blokların da payı belirleyici olacaktır.
Türkiye’nin devlet olarak iklim krizi karşısında nasıl tutum alması gerektiği, Kyoto Protokolü tartışmaları döneminden beri oldukça yoğun bir biçimde yapılmaktadır. Kyoto Protokolü’nün imzalanması aşamasında, hakim çevre hareketi bu protokolün imzalanmasında ilerici bir yön aradılar. Bu dönemde, “devlet çevreciliği Kyoto’yu selamlıyor” adlı bir bildiri ile Kyoto Protokolü’nün imzalanmasına yönelik bir toplumsal talebin, burjuva iktidarıyla çıkarları ortak bir kaynaşmış sınıf yaklaşımı yarattığını ileri sürmüştük. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Ancak, arada bir nüans var. Bugün küresel düzeyde kendini hukukla bağlı hissetmeyen bir iktidarın, küresel sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumlu bir hukuki sürece tabi olacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dönemsel dönüşümün, Türkiye sınıf ve siyaset pratiğinde yapısal bir devreye de işaret ettiği bir fark bu. Bu anlamıyla da Paris Anlaşması’nın devlet tarafından imzalanması sonrasında, ortaya çıkacak iktidar bloğunun ve hukuki düzleme iktidarın nasıl bağlı kalacağının ortaya konulması, buna yönelik bir pratik süreç inşa edilmesi, devletin emekçiler açısından da hukukla bağlı olmasının mümkün kılınmasına yönelik bir dinamiğin belirmesi açısından önümüzdeki dönem önemlidir. Bu sürecin izlenmesi, devletin bağlı kalacağını belirttiği azaltım hedeflerinin gelişmesi için hem mevcut sermaye hem de iktidar pratiklerinin değişmesi gerekecek. Bu değişimin mümkün kılınması için pek tabi siyasal mücadele gerekli. Hem de küresel ve ulusal bir siyasal mücadele. Ancak bu mücadelenin bir bağlamı olduğunu bu noktada görmek gerekiyor. Kendini hukukla bağlı hissetmeyen bir iktidar pratiğinden kendini hukukla bağlı kılacak bir iktidar pratiğine geçilip geçilmeyeceğine dair bir zemin ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda ekoloji mücadelesinin bir demokrasi mücadelesi olarak belireceği, yargıyla, basın açıklamasıyla, eylemle büyüttüğü haklar mücadelesinin egemeni bir hukukla sınırlandıracağı ve fosil yakıt rejiminden vazgeçireceği, madencilik ve enerji alanında üretmek için üretimcilikten kopuşu tetikleyecek bir küresel alan açılmaya başlayacaktır. Pek tabi bütün bunları yaratacak olan Paris Anlaşması değildir. Paris Anlaşması sürecinde iktidar ve sermaye bloğunun yaşayacağı olası dönüşümün bir imkân olarak görülerek, bu fosil uygarlığından kurtuluşa dair bir adımın imkânlarını siyasal mücadele kadar, küresel hukuki araçlara fetiş nesnesi veya bir tabu olarak görmeyen bir yönelimi ön gerektirir. Politik dönüşüm, sermayenin dünyasından ve onun suretinden bir dünya yaratmayı değil; kendi pratiğinde, politik bedeninde küresel gerçeklikle sınanarak, içinde büyüdüğü kapitalist varoluşundan kurtulmayı gerektirir.
***
Toplumsal güçler ve Paris Anlaşması
Küresel pazara eklemlenmek için yeşil politikanın argümanlarını ve kavramsal hattını yeni sağ bloklaşmanın hızlı bir biçimde ele geçirme ihtimali vardı.
Cengiz gibi firmaların orman yangınları sırasında yüksek bağış kampanyaları artarak devam edecektir. Diğer yandan da yeşil sermaye dönemi, pratik ve uygulamayı da kısa sürede belirleyecektir. Yaşam tarzı odağında orta sınıfları etkisi altına alan ekoloji pratikleri, hakim birey yaklaşımını nasıl yansıtıyorsa, bu durum tüm emekçi kesimleri etkisi altına alacaktır. Yeşil pazarın, akıllı kentlerin ve tarzı siyasetin bir kredi imkânı olduğu hiç unutulmamalıdır.
Türkiye’de emekçilerin yaşam pratikleriyle beraber ve onları örgütleyerek gündeme gelemeyen bir yeşil, ekoloji politikası eninde sonunda sağcı siyasetlerin cephaneliği haline gelir. Örneğin, Paris Anlaşması’nın imzalanmasına karşı çıkan yeni sağ dalga Türkiye’de giderek yükselmekte, bu Anlaşma’nın Türkiye’de gıda krizini tetikleyeceğini iddia etmektedir. Bu anlaşmanın imzalanması sonrasında ortaya çıkacak yeni hukuki dönüşümlerinin yönünün, belli bir sınıf tarafından, mesiyanik bir biçimde belirleneceği iddiası kimi ultra sol gruplar tarafından da sahiplenilmektedir. Anlaşmaya özsel bir değer atfeden, bu süreçleri sınıfsal çatışma ve dönüşümlerden azade inşa eden bu tutum Türkiye emekçi sınıflarının karşı karşıya kaldığı en önemli kriz eşiğini işaret etmektedir. Emekçi sınıfların, belli bir küresel dönüşüm karşısında çıkarlarını ve gelecek iddialarını belli bir hukuk yapma ve yönetme kabiliyetini geliştirme pratiği içinde düşünmeden, küresel aktörlere mutlak bir anlam yüklemek, devrimci bir dönüşümün imkânsızlığını sessizce kabul etmeyi gerektir.