Paris’te yaşananları kısaca özetlemek gerekirse; bilim insanlarının küçük küçük adımların başarıyı getirmeyeceğini defalarca ifade etmiş olmasına rağmen zirvedeki karar alıcılar ünlü bir şarkıdaki gibi “fırtınalar koparsa kopsun” demeye devam ediyor

Paris İklim Zirvesi'nde son durum: Fırtınalar koparsa kopsun!

ETHEMCAN TURHAN / ARİF CEM GÜNDOĞAN

Batı cephesinde yeni bir şey yok. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMIDÇS) 21. Taraflar Toplantısı (COP21), namı diğer tarihin en kritik iklim değişikliği zirvesi 30 Kasım’da Paris’te başladı. 11 Aralık’a kadar sürecek toplantıdan iklim değişikliği ile mücadelenin küresel çerçevesini belirleyecek yeni bir anlaşma çıkması bekleniyor. Peki tarafların en küçük ortak paydada buluşup imzalayacağı bir anlaşma iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ve fakat bu problemin ortaya çıkmasında en az sorumluluğu olan sosyal kesimleri koruyabilecek mi? Bu ciddi sorunun yanıtını işin ciddiyetini henüz kavramış gözükmeyen ya da kavramak istemeyen COP21 müzakerelerinde arayalım.

EYLEM İÇERMEYEN RETORİK

COP21’in açılış günü öncekilerin aksine “Liderler Oturumu” ile başladı. Müzakerelerde ev sahibi olan Fransa’nın bu stratejik seçimi daha önce Kopenhag’da yaşanan trajik başarısızlığın önüne geçmek için miydi bilinmez ama bu kez liderlerin son düzlükte siyasi hesaplarla işi karıştırması en baştan engellenmiş oldu. Hatırlanacağı üzere Kopenhag’da 2009 yılında yeni bir anlaşma için umutların en tepede olduğu bir dönemde şeffaf olmayan, gizli gündemler peşinde koşulan ve bazı gelişmiş ülkelerin güdümünde bir metin dayatılmasına karşı müthiş hassas ve tepkili olan gelişmekte olan ülkeler Fransa’ya şeffaf olmaktan başka şans tanımadı. Liderler oturumu ise hemen herkesin bildiği umut verici ancak eylem içermeyen retorikten ibaretti. Salı günü başlayan asıl müzakerelerde ise anlaşma metni küçük parçalara bölünerek paralel oturumlarda ve sivil toplum katılımına kapalı şekilde tartışmaya açıldı. Bu durum özellikle küçük ülke delegasyonlarının her karar etkili olmasını imkansız hale getiriyor. Anlaşma metninin nihai versiyonunun da normal şartlarda cumartesi sabahı sunulması hedefleniyor ancak halen 50 sayfa ve parantezlerle dolu olan metni yetiştirmek pek mümkün gözükmüyor.

FİNANSMAN BUHAR OLDU

Müzakerenin asıl eksenini ise bazı kilit konular oluşturuyor. Basitçe ifade etmek gerekirse iklim değişikliğinden kaynaklanan küresel sıcaklık artışını hangi noktada limitlemeye çalışacağız? 0.5C derece bile pek çok kırılgan kesimin ve yaşam alanlarının feda edilmesi anlamına geliyor. Bu noktada çizgiyi 2 derecede mi 1.5 derece mi çizeceğimiz kavgası devam ediyor. Dahası tarihsel sorumluluğu olan gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere söz verdikleri yılda 100 milyar dolarlık iklim finansmanı da pratikte buhar olmuş durumda. Ulusal katkı niyet beyanlarının (INDCs) bizi götürdüğü yer ise 3 ile 4 derece arasında daha sıcak bir dünya... firtinalar-koparsa-kopsun-93478-1.Bunun anlamını yukarıdaki cümlelere bakarak tahmin edersiniz: politikacılar ve teknokratlar “bazılarımızın” geleceğini feda etmekte beis görmüyor. Dahası Paris’te özellikle Fransa ve Birleşmiş Milletler tarafından pompalanmaya çalışılan garip bir optimizm de söz konusu. Bilim insanlarının küçük küçük adımların başarıyı getirmeyeceğini defalarca ifade etmiş olmasına rağmen karar alıcılar ünlü bir şarkıdaki gibi “fırtınalar koparsa kopsun” demeye devam ediyor.
Türkiye’nin ilk günlerdeki müzakere pozisyonu ve performansına da değinelim. Türkiye’nin pozisyonuna dair eleştiriler ulusal niyet beyanı çalışmasının sivil toplumu dışlayıcı, varsayımların ise gerçekçilikten uzak olmasına odaklanıyor. Paris’e artıştan %21 azaltım hedefi vererek gelen Türkiye ise müzakerelerde nadir olarak söz aldığında özel koşullarına vurgu yapıyor. Bu performansı ile iklim değişikliği mücadelesini baltalayan ülkelere verilen Günün Fosili Ödülü ikinciliğini daha baştan alarak pozisyonunu da taçlandırmış oldu.

SIÇRAMAK İÇİN İLK ADIM

Paris’teki iklim zirvesinin içinde devam eden ve gitgide derinleşen gelişmiş ülkeler-gelişmekte olan ülkeler yarığının ötesinde somut alternatifler de yeşeriyor elbette. Bu somut adımlardan bir tanesi de iklim değişikliğinin sistemik eşitsizliklerle (sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, etnisite, göçmen statüsü vs.) içiçe olduğunu geniş kitlelere yayan Kanadalı yazar Naomi Klein’ın başını çektiği ‘The Leap Manifesto’ (Sıçrama Manifestosu) oldu. The Leap Manifesto adını 4 yılda bir takvime 1 gün ekleyerek Şubat ayının 29 gün çekmesini sağlayan toplumsal ön-kabulümüzden alıyor. Bu fazladan 1 gün aslında gezegenin kendi döngüsü içerisinde eğer dikkate alınmasa mevsimlerin kaymasına sebep olabilecekken her 4 yılda 1 gün ekleyerek çağlardır doğanın döngülerine uyum sağlıyoruz. Öte yandan ekonomik büyüme takıntılı iktisadi sistemin sebep olduğu iklim krizi doğanın dengelerini halihazırda altüst ediyor. Bu yüzden de The Leap Manifesto doğanın döngülerine zarar vermektense yaşam biçimimizi, üretim-tüketim sistemimizi, sosyal organizasyonumuzu (yani kentleşmemizi, --tarımımızı, sanayiyi vd.) doğayla uyumlu hale getirecek bir öneri sunuyor. Klein, Kanada’da yerli halkların, emek hareketinin, kadın hareketinin ve göçmen hareketinin tabandan katkılarıyla hazırlanan bu adil enerji dönüşümü manifestosunda özellikle yüksek güvenlikli BM zirvesinde top çeviren ülke delegasyonlarının “gerçekçi olalım” çağrılarının tam zıddı yönde radikal bir gerçekciliğe ihtiyacımız olduğuna vurgu yapıyor. Bu anlamda da “bir bildirgeden fazla, bir siyasi hareketten az” olarak tanımlanan The Leap Manifesto’yu bir sıçrama tahtası olarak görmekte fayda var.
***

The Leap Manifestosu’nun temel taşları ise şöyle:​

-Toplumumuzu daha fazla fosil yakıt çıkarma rotasına kilitleyen yeni altyapı projelerinin tamamı durdurulmalıdır. Eğer bir projeyi kendi “arka bahçenizde” istemiyorsanız, o proje hiç kimsenin arka bahçesine yakışmaz.

-Enerji demokrasisinin zamanı geldi: vatandaşlar yeni enerji sistemlerini kolektif biçimde kendileri yönetmelidirler.

-Sanayi ve enerji projelerinin halk ve çevre sağlığı çilesini en fazla çeken topluluklar temiz kolektif enerji projeleri için kamu desteği almakta ilk sırada olmalıdır.

-Yerelleşmiş ve agro-ekoloji ile uyumlu bir tarımsal dönüşüm gerçekleşmelidir. Bu aynı zamanda toplumun en dezavantajlı kesimlerinin sağlıklı, ucuz ve GDO’suz gıdaya erişmesini sağlayacaktır.

-Ekonominin birbirimize bakmayı öne çıkaran ücretsiz emek boyutu dikkate alınmalıdır. Çocuk ve yaşlı bakımı, sosyal hizmetler, eğitim, ve kamu-faydasına medya içerik üretimi bu anlamda öne çıkarılmalıdır.

-Bu aynı zamanda temel vatandaşlık gelirinin toplumun tüm kesimlerine yayılması önemlidir

-Fosil yakıtlara verilen doğrudan veya dolaylı tüm teşvikler kaldırılmalıdır. (Kemerburgaz Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sevil Acar’ın yaptığı bir çalışma 2013 yılında fosil yakıtlara verilen toplam teşviğin Türkiye’de 730 milyon ABD doları ölçeğinde olduğunu göstermiştir.)

-Aşamalı bir karbon vergisi devreye koyularak burada toplanacak gelir toplumsal dönüşüm için kullanılmalıdır.

-Enerji üretim-tüketim süreçlerinin tamamında yerel halkın onayı alınmalı, karar mekanizmaları şeffaf ve katılımcı olmalıdır. Enerjinin sadece yerel olması yetmez, üretimin sahipliğinin de topluluklarda olması esastır.