Sessiz ekrana bakmakta ısrar edince kumandayı alıp televizyonu kapıyorum. Yüzüme bakıyor. “Sen ne yaptın?” diye soruyor ihtiyacım olanın bu olduğunu sanıp. Konuşmadan bir süre bakışıyoruz. Birbirimizi bir yerlerden tanıyor, ama bir türlü çıkaramıyor gibiyiz

Pes

MEVSİM YENİCE

Oyuna başlarken işin buraya varacağını ikimiz de düşünmemiştik.

Karşımda oturmuş sesi kısık televizyonda bukalemunlar hakkında bir belgesel izliyor. Aramızdaki sessizliği bastırmak adına güzel bir yöntem. Ben de içimden konuşmayı keşfettim aynı savaşa dahil olabilmek için: “Pes, pes, pes.” Tekrarlayıp duruyorum.

On yıl olmuş. İkimizden biri pes etsin, oyun sona ersin diye bekliyoruz. Hatta can atıyoruz ama yapmıyoruz. Yapamıyoruz. Çünkü kaybolduk. Oyun bitse bile artık kim olduğumuzu hatırlamıyoruz.

Yüzüne dikkatlice bakıyorum bazen uyurken, duşta sular hızlıca üstünden akarken ya da. Anlık bir arınma anına denk gelirsem şayet, kim olduğunu hatırlamak için. Sabırla izliyorum, tanıdık bir mimik, tavır bekliyorum. Olmuyor.

Ne zaman bunu denesem en başa dönüyorum, o yağmurlu uğursuz güne.

“Hadi oyun oynayalım canım sıkıldı benim,” diyor.

Uzandığım şezlongdan ona bakıyorum. Yağan yağmura aldırmadan kumların üzerinde sırt üstü yatıyor.

“Ne oyunu bu havada Allah’ın aşkına,” diyorum.

“Başkaları gibi davranacağız, ama taklit edeceğimizi tanıdığımız kişilerden seçeceğiz ki karşıdaki bulabilsin.”

Sol ayağının kuma gömülmüş hali, tüm bedenini baştan aşağıya çamur kıvamındaki kumla sıvayarak ondan yeni biri yaratma isteği doğuruyor içimde. Susuyorum.

“Hadi bak önce ben başlıyorum, sen bilene dek bir başkası gibi davranacağım,” diye üsteliyor.

Çantamdaki kitaba uzanıyor. Ayağını kum yığınından kurtarıp bağdaş kuruyor. Bir elinde kitap, bir elinde de pipo tutuyormuş gibi yaptığı an babamı taklit ettiğini anlıyorum ama belli etmiyorum. Bu şapşal halleri hoşuma gidiyor.

“E hadi,” diyor, “tahmin et. Kimim ben?”

“Bulamadım, biraz daha devam et,” diyorum.

Ayağa kalkıp denize doğru yaklaşıyor. Deniz şortunu beline doğru yukarı, göbeğini de içine çekiyor. Göğsü dikleşiyor. Etrafı süzüyor kısık gözlerle. Sonra bana sesleniyor,

“Su nefis nefis koş, kaçırma,” Elinde hala görünmez bir pipo tutmaya devam ediyor.

O sırada minik bir dalga ayak ucundaki taşa çarpıp haddinden büyük bir sıçramayla üstünü başını ıslatıyor. Gülüyorum.

“Tahmin etsene ya, hadi” diyor.

“E diyelim ki tahmin edemedim, ne yapacağız?” diye soruyorum.

“Pes edeceksin,” diyor “o zaman aslıma döneceğim. Oyunu da kazanacağım.”

“Ya pes etmezsem?”

Kulakları yırtan bir gümbürtüyle gök gürlüyor, ardından ufuk çizgisini diklemesine incecik bir iple bölen kıvılcımdan denizin açıklarında bir yere yıldırım düştüğünü anlıyoruz.

“O zaman sonsuza dek taklidini yaptığım kişi olarak kalırım.”

Onun sonsuza dek babam olarak kalabileceği fikri tüylerimi ürpertiyor. Deli gibi bir yağmur boşanıyor. Üstümüzden geçen karanlık bulutun kısacık sürede çekip gidişini izliyorum. Ardından hemen güneş açıyor. Deniz süt liman.

Şezlongdan kalkıp yanına doğru yürüyorum. Ayağımı denize sokuyorum usulca. Soğuk. Dip cam gibi berrak gözüküyor. Ürpererek küçük adımlarla ilerliyorum denizin içinde. Ayaklarımın yanından minik balık sürüleri geçiyor. Dikkatlice bakınca, ayağımın hemen dibinde, kumdan ayırt edilemeyen dil balığını görüyorum. Birkaç adım arkamdaki ona dönüp elimle gel işareti yapıyorum balığı göstermek için. O kıyıda görünmez bir pipoyla babam olmaya devam ediyor. Yanıma gelene dek balığı kaybediyorum. Elimi tutuyor. Uzaktan gelen küçücük dalganın yüklenerek usulca büyümesini izliyoruz. Tam kırılma anında kendimizi içine bırakıyoruz el ele. Her şey böyle başlıyor.

Sonra bu on yıl içinde bir sürü kişi daha oluyoruz. O kadar çok başkaları olmaya başlıyoruz ki, oyunun nasıl oynandığını unutuyoruz. Taklit ettiğimiz kişileri tahmin etmeyi unuttuğumuzu ve pes etmekten ne zaman vazgeçtiğimizi hatırlamıyorum. Artık kendimiz değiliz bir tek bundan eminim.

Yoksa babamı kaybettiğim gün beni İzmir’e tek başıma yollamazdı iş seyahatine gitmeliyim diyerek. Ya da ben doğum günlerimde onunla olmak yerine tek başıma başka ülkeleri keşfedeceğim tatilleri yeğlemezdim. Her tartışmamızda kılıcını kuşanıp “Sen hep böyleydin, bencil,” diye bağıran o olamazdı, biliyorum. Ama o an kimi taklit ediyordu onu da tahmin edemiyorum.

Oysa birkaç kırılma noktası hatırlıyorum oyunu durdurabileceğimiz. Kim olduğumuzun apaçık ortada olduğu. Kumral uzun saçlarımı kısacık kestirip sarıya boyatıp karşısına geçtiğim gün annemi taklit ettiğim çok belliydi, ya da tüm soğukkanlılığımla “Ben çocuk istemiyorum, bakamam,” dediğim gün ablamı. Yaptığı her şeye burun kıvırıp, yeterince iyi olmadığını hissettirmeye başladığımda babası olduğumu tahmin etmesi de ona oyunu kazandırabilirdi. Yapmadı. Her şeye bir son verebilirdi. Yıllardır üstümüze kat kat giydiğimiz kişilerden arınırdık bir bir. Annem, kuzenim, eski iş arkadaşım, abim, teyzem, annesi, ablası, eş dost, konu komşu, hepsini sırayla soyup atardık üstümüzden. Biz kalırdık geriye.

Dalın üstünde hareket etmeden sarıdan yeşile yeşilden mora dönen bukalemunun görüntüsü yüreğimi daraltıyor. İş kıyafetlerimi üstümden çıkarmak için yatak odasına gidiyorum. Pijamalarımı giyiyorum. Bir parça pamukla yüzümdeki makyajı siliyorum yarım yamalak. Salondaki sessizliğe geri dönüyorum sonra. Yerime.

“Ne yaptın bugün?” diye soruyorum.

Gözünü televizyondan ayırmadan “Hiç,” diyor. “İş güç işte.”

“Nasıl yoğun mu hala?”

“Hep aynı, bildiğin gibi.”

Neyi bildiğimi sanıyor, onu bile hatırlamıyorum.

Sessiz ekrana bakmakta ısrar edince kumandayı alıp televizyonu kapıyorum. Yüzüme bakıyor.

“Sen ne yaptın?” diye soruyor ihtiyacım olanın bu olduğunu sanıp.

Konuşmadan bir süre bakışıyoruz. Birbirimizi bir yerlerden tanıyor, ama bir türlü çıkaramıyor gibiyiz.

“Ben de gideyim üstümü başımı değiştireyim,” diyor. Tek çözüm bu. Doğru.

Salon kapısından çıkışını izlerken, “Yenildim,” diye bağırıyorum. İçimden. “Yenildim. Pes ediyorum.”

Üstünü değiştirip gelmesini, aynı yere oturup televizyonu tekrar açmasını beklerken koltuğa gömülüyorum.