“Piyano tuşlu bir çalgıdır. Tuşlarına basıldığında, sahip olduğu karmaşık çekiçli mekanizma sayesinde tellere vurarak ses verir. Piyano çalan kişiye piyanist veya piyano sanatçısı denir. İlk tuşu La-0, son tuşu Do-8 olmak üzere toplam 88 tuştan oluşur”

Piyano piyano bacaksız

ALEV KARADUMAN

Ümit Besen (nam-ı diğer bir piyanist şantör), piyano eşliğinde yaptığı unutulmaz bestelerle popüler müziğin zirvesine oturmuş, herkesin en az birkaç bestesini ezbere bildiği bir isim. Emre Şen, Bilkent Üniversitesi Konservatuarı Piyano Bölümü Başkanı, edindiği uluslararası başarılarla kendini kanıtlamış bir piyano virtüözü. 88 tuş, 7 oktav arasındaki bu dünyayı biraz daha tanımak ve piyanoyu direkt onunla özdeşleşmiş isimlerden dinlemek için bu değerli iki isimle, sizler için aynı sorular üzerinden konuştuk. Meraklısına buyurmalık..
- Tadından yiyemeyin inşallah -


>> Piyanoya ve müziğe nasıl başladınız?
Ümit Besen: Çocukluğum rahmetli dedemden dinlediğim namelerle geçti. 6 yaşımda, yeni ilkokula başladığım yıllarda tavan arasında bulduğum amcamın kırık melodikasını üfler, bir şeyler çalmaya çalışırdım. Babam bunu gördü ve bana yeni bir melodika aldı. Sonrada “Ümit küçük yaşta nefesin yoruluyor artık melodika çalmak yok” diyerek bana küçük bir akordeon aldı. Ve her şey akordeonla başladı.
Emre Şen: Piyanoya ve müziğe ilk ve ortaokuldaki müzik öğretmenlerimin ısrar ve yönlendirmeleriyle başladım. Blokflüt derslerinde yetenekli olduğum dikkatlerini çekti. Piyanoya ulaşıncaya kadar gitar ve mandolin öğrenmeye de çalıştım, fakat onlarda yeteneğim olmadığını anlayınca vazgeçtim.


>> Müzikle ilk tanıştığınız yıllarda ailenizin yaklaşımı nasıldı?
Ü.B.: Babam bana destek oluyordu hep, izin veriyordu. İlk melodika, sonra akordiyon, org ve piyano şeklinde ilerledim. Zaten bu işler ailenin desteği olmadan biraz zor. İstanbul’a da babamla beraber geldik. Beni ilk buraya çağırdıklarında, babam nasıl bir yer olduğunu görmek için benimle gelmişti. Bir aile ortamında olduğumu görmek de onu epey rahatlatmıştı. Bir pavyon falan olsaydı izin vermezdi sonuçta. Beni devamlı iyi ortamlarda yetiştirdikleri için çaldığım, çalıştığım yerin de düzgün bir aile ortamı olmasını isterler.
E.Ş.: Babam endişeliydi. Ted Ankara Koleji’nde başarılı bir öğrenciydim. Konservatuara girince üniversite sınavında yüksek bir puan tutturup doktor, mühendis vb dallarda eğitim alma şansınıza da veda ediyorsunuz. 13 yaşında böyle bir seçim yapmak gerçekten de korkutucu. Fakat piyano bir bağımlılık haline geldiği için zaten kolejdeki başarıma veda etmiştim. Buna ve müzik hocalarımın heyecanına şahit olan babam sonunda biraz da çaresizlikten kabul etti. Annem klasik müziğe düşkünlüğünden olsa gerek, daha olumlu yaklaşmıştı.


>> O yıllarda neler dinliyordunuz?
Ü.B.: O kadar çok beğendiğim ses vardi ki… Şimdi geçmişe doğru gidersek; kulağımda babamın çaldığı plaklar bir Behiye Aksoy, rahmetli Zeki Müren, rahmetli Barış Manço ve Cem Karaca, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Neşe Karaböcek, Ajda Pekkan, Nilüfer, Müslüm Gürses, Sezen Aksu.
E.Ş.: Scorpions, Queen, Roxette ve o dönemin bazı pop ve rock müzik türünde parçalarını dinlerdim. Piyano dersleri almaya başlar başlamaz ise Chopin valsler ve Beethoven sonatlar da dinlemeye  başladım. Bir de Caykovski konçerto gittiğim bir konserde beni fena halde etkilemişti.


>> Başladıktan sonra profesyonel seçiminizi nasıl yaptınız?
Ü.B.: Bunu belirleyen halktır. Zaten bir yerden sonra yolunuzu menajerler, plakçılar ve filmciler çiziyor. Siz bir şey yapamıyorsunuz, orada sadece ürettiğin şarkılarla varsınız. Artık başkaları yönlendirir seni. Yani etrafınızda bir saatten sonra o kadar çok kişi oluyor ki, bu kalabalıkta bir anda en az parayı kazanan kişi haline geliyorsunuz.
E.Ş.: Hiç düşünmeden yaptım. Hatta yaptığımı da farketmeden. Zaten çocuk sayılırdım hâlâ. Profesyonellik falan umurumda değildi. Piyano çalmak istiyordum. Zevkliydi, yeteneğim de vardı, çok da sevmiştim. “Gerisine kimse karışmasın”dı. Yıllar sonra bugün aslında yine böyle. Müziğin, sanatın doğasından diye düşünüyorum. Dıştan bir seçim olmuyor. İçiniz yöneliyor ve o doğrultuda oluşuyor daha çok. Sizi de şekillendirip kendiyle büyütüyor yaptığınız sanat. Ben böyle böyle dıştan profesyonelleşip içten hep amatör kaldım diyebilirim.


>>Müziğiniz hakkında neler söylemek istersiniz?
Ü.B.: Yıllardır gelen bir yanlışı artık düzeltmek gerek diye düşünüyorum. 11’inci albümümü yaptıktan sonra, bu ‘Tavernacı’ ismi geldi. Taverna Yunan kültürüdür. Tavernanın sözlük anlamı çalgılı meyhane demektir. “Ben taverna müziği yapıyorum” dersem, Hayko’ya haksızlık olur. Ben çalar söylerim, stüdyoda da müzisyen arkadaşlarım orkestra olur. Kendi bestelerimi, çok sevdiğim şarkıları icra edip albüm olarak sevgili dinleyicilerime sunarım. Bu da duygusal, romantik şarkılardan oluşur; o yüzden ‘romantik müzik’ demek daha doğru.
E.Ş.: Anlatması güç. O yüzden var. Anlatamadıklarım, yaşayamadıklarım, hayallerim, başka dünyalarım, özlediklerim, yoksunluklarım, derken bu liste uzayıp gider. Ama asıl sihirli olanı işte burada dillendirmenin ulaştıramadığı daha soyut bir dökme, paylaşma ve anlatma yolum müzik. Çoğu zaman fazlasıyla özel, bu yüzden kendi kendime açtığım gibi açmam zorlaşıyor, utanıyorum.


>> Dinleyicilerinizi, takipçilerinizi nasıl tanımlarsınız?
Ü.B.: Benim dinleyicilerim çok duygusal insanlar. İçinde aşkın acısını hissetmiş insanlar. Gerçekten bu duyguları yaşamış olanlar beni çok seviyor. Çünkü şarkılarımın hepsinin gerçek bir hikayesi, bir yaşanmışlığı var. Şarkılarımın gerçeği yansıtması insanların beni sevmesinin en büyük sebebi.
E.Ş.: Yemek zevkinde nasıl bir tat alma duyusu var ve hepimizde bazı noktalarda farklıysa, müzikte de bu böyle. Müziği yapan sanatçının “içindekiler”i de dinleyicinin tad alma süzgecinden geçiyor ve “Hah” veya “Iyyy bu nasıl şey?” veya “Pek anlamadım kalsın, belki sonra” gibi tepkileri oluyor. Beni takip edenler, seçerek dinleyenler kendi içlerinde benzer tatlara, zevklere sahip insanlar oluyor, böyle düşünüyorum.

>> Piyanoyla özdeşleşmek nasıl bir his?
Ü.B.: Hiçbir albümümde piyanoyu eksik etmedim. Hep kendim çaldım. Piyano dünyanın en geniş sazıdır nihayetinde. Ben de artık ismimle bile piyanoyla özdeşleşmiş durumdayım. Ama öte yandan da piyano benim sesime eşlik eden bir enstruman. Piyano değil de gitar çalsaydım parçalarım yine patlardı.
E.Ş.: Aslında bir şeyle özdeşleşmeyi pek sevmem. Sınırlayıcı ve yapay bulurum. Fakat piyano, müzik, sanat pek sınırsız ve özgürleştirici birçok açıdan. Yine de Emre Şen deyince akla piyano mu gelsin? Bilmiyorum. Başka şeyler de gelse fena olmaz. Ama en önde müzik, çalmak ve anlatmak geliyor.


>> Meslek hayatınız boyunca hiç müziğe, piyanoya küstüğünüz zamanlar oldu mu?
Ü.B.: Müziğe değil de bu sektördeki vefasızlıklara, insanların çıkarcılıklarına üzülüp sektöre küstüğüm zamanlar oldu. Yine de devamlı müziğin içindeydim, sahneyi hiç bırakmadım. Bu tarz şeylerden dolayı 2008’den beri albüm çıkarmadım. Bu sene çıkartacağım.
E.Ş.: Küslüğü pek sevmiyorum. Çocukken habire küserdim. Bir de küsmeden önce sınır da çizerdim. İşte “Seninle bir sene konuşmayacağım” gibisinden. Kararımdan dönmemek için de çırpınırdım, yazarak anlaşmaya çalışırdım. Sadece sevdiğim, önemsediğim bir şey beni küstürüyor. O yüzden daha ziyade onu hayatımda tutup, aramızda ne olup bittiğine bakmaktan yanayım. İlişkilerimde de bu böyle. Piyanoya küsmek zaten ‘tavşan dağa küsmüş’ misali tek taraflı bir şey. Piyano size “Hayrola hiç selam sabah yok?” demiyor. Fakat çok uzun yıllar mesafeli kaldım. Şöyle arada bir dokunarak yaşadığım oldu. Yine de hiç bir zaman tam bir terk ediş yaşamadım. Yatakları ayırdık, bazen evleri ayırdık, ama arada mesajlaştık, hal hatır sorduk(!), “İnceldiği yerden kopsun” demeye dilim(iz) varmadı.


>>Sahne dışında piyanoyla nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Ü.B.: Genelde repertuar hazırlığı şeklinde geçiyor bu zamanlar. Ya da yeni beste yapmak için oturuyorum başına. Ama gene hep kendi tarzımda çalıyorum.
E.Ş.: Eserleri zorlanmadan, her bir ayrıntısına kendiliğinden hakim olabilecek kadar çalabilmek için uzun süre, çok çalışmak gerekiyor. Piyano başında uzun saatler oturmak en başta fiziksel olarak sağlıklı değil. Sırt ağrısı, bel ağrısı derken duruş bozukluğundan kaynaklanan binbir türlü dert. Bu yüzden daha çok, “Nasıl en zevkli ve ağrısız hale getirebilirim” diye bakıyorum. Standart kalıplar çok tehlikeli. Her gün on saat, hatta daha fazla çalıştığım zamanlar oldu. Bedenime ve ruhuma neler yaptığımın farkına varamadım. Bağımlılık olunca böyle oluyor. Şimdi daha ‘bağlı’ bir ilişkim var. Ara vererek, soluklandırarak, daha sabırlı ve anlayışlıyım çalışırken. Benim kendi ritmime sadık kaldığım sürece yaşadığım deneyim olağanüstü. Hiç bir şeye değişmem.


>> Tarzınızda müzik yapan sanatçılarla ilgili ne söylemek istersiniz?
Ü.B.: Öncelikle Ferdi Özbeğen’in hakkını yememek lazım. Onun plağı çıkınca bana teklif geldi. Bakıldı ki bu tür tuttu. Demek ki hepimiz bizden bir öncekine çok şeyler borçluyuz. Ferdi Özbeğen olmasaydı bana teklif gelmezdi. Ben tutulmasaydım Cengiz Kurtoğlu’na teklif gelmezdi. Arif Susam’a teklif gelmezdi.
E.Ş.: Çok zor ve muhteşem bir şey yapıyorlar; her şeyden önce tebrik etmek lazım. Toplum ve sistem çok bulaşıyor ister istemez. Yetenekliyseniz hemen bir telaş başlıyor. “Mutlaka şöyle olsun, şunu yapsın, bunu çalsın, şurada ve şu şekilde çalsın, olsun” gibi. Yetersiz bulunduğunuzda ise kendiliğinden bir dışlanma, kınama ve soğukluk olabiliyor. En iyi ihtimalle acıyan bakışlar ve tavırlara maruz kalırsınız. Yaptığımız işe bütünümüz yansıyor. Tüm çabamız, iştahımız veya iştahsızlığımız esere işliyor.  Hepimiz biliriz ki deneyimin coşkusu, içinde  performans kaygısı barındırdıkça azalır. Kaygı daha çok düşüncede, gelecek veya geçmişte ve zihinsel süreçlerde barınırken, deneyim daha anda, bilinçdışı ve varoluş boyutunda gerçekleşir. Ben hep şundan güç alırım: Ben piyano çalmaya çok iyi, çok başarılı olmak için başlamadım. Bayıldığım için piyano çalıyorum. Kötü çalarsam “Çok kötüydü”, süper çalarsam “Süperdi” diyebilmeliyim. Sanat böylesi insani bir duruşu hakediyor, hatta çağırıyor.  Bir ‘business’ mantığında ve yarış kaygısıyla, sıkışık bir trafikte habire soldan sağdan öne geçmeye çalışmaktakine benzer bir stres, bizleri iddiacı, aceleci, sadece varacağı yeri hedefleyen, güç peşinde koşan, dolayısıyla ‘zevksiz’ sanatçılar haline getirebiliyor.


>> Şu aralar neler dinliyorsunuz?
Ü.B.: Müziğe gönül veren, bu işle uğraşan, emek sarf eden herkese ayrı bir sevgim saygım var. Mesela Aşkın Nur Yengi, Funda Arar, Tarkan. Caz dinlerim, sanat müziği ve Batı müziği de dinlerim.
E.Ş.: Chopin’in bütün noktürnlerini çalışıyorum. İçime işlediler bir bir. Şu sıra başka bir şey dinleyemiyorum. Onlar var, her bir yanı kapladılar ve ele geçirdiler. Onların sayesinde habire piyanonun başında göz yaşı dökmek çok zevkli.


>>Meslek hayatınızın en mutlu anları nelerdi?
Ü.B.: Büyük konserlerdeki coşku çok etkileyici oluyor. Bir on bin kişilik konserde çok farklı hissediyorsunuz. Geçen sene Alanya’da böyle bir konser vermiştim, “Alanya Alanya olalı bu kadar kalabalık görmedi” dediler. Bir kadının kocasını dışarıda bırakıp bulduğu tek biletle kendisinin içeri girmesi gibi şeyler insanı hem sevindiriyor hem gururlandırıyor tabii.
E.Ş.: Sahnede müzikten etkilendiğim zamanlardı. Benim çaldığımı veya söz konusu olduğumu tamamen veya olabildiğince unuttuğum zamanlar bunlar. Yok olmak gibi, ama tadına doyulmaz bir yok oluş. Kendi kendimeyken çok daha sık olan bir şey. Ama sahnedeyken, oradaki herkesle beraber bunu yaşamak çok daha nadir ve bir o kadar da bulunmaz bir deneyim.