Adam Smith bu karşılaşmanın her iki taraf için de hayırlı olacağı varsayımı ile “neşeli” bir karşılaşma görüşüne sahipken, Marx tersine Smith’in bu iyimser bakışını Kapital’de yapıbozuma uğratır.

Piyasa Toplumu ve Ötesi: Hobbes, Smith, Marx
Kapitalist sistem dünyanın her köşesinde protesto ediliyor.

GENCER ÇAKIR

Hobbes, bütün insanlarda, ancak ölümle sona eren, durmak bilmez bir kudret arzusu olduğundan bahseder. Ve Hobbes’a göre bunun nedeni de insanın, “iyi yaşamak için halen sahip olduğu kudret ve imkânları, daha fazlasını elde etmeksizin, güvence altına alamayacağı gerçeğidir” (Leviathan, s. 81).

Doğa durumunda dizginsiz arzu ve isteklerinin peşinde koşan insan diğer insanlarla çatışmaya girer. Böylelikle herkesin herkese karşı savaş halinde olduğu bir durum oluşur. Kanadalı siyaset bilimci C. B. Macpherson, Hobbes’un “doğa durumu” kavrayışında rekabetçi bir piyasa toplumu tanımının yer aldığına işaret etmiştir. (Toplum, Habitus, s. 21). Leviathan’ın 13. Bölümü’nde Hobbes’un “piyasa toplumu”na dair sunduğu mantıksal açıklama şöyledir:

Doğa, insanları bedensel ve zihinsel bakımdan eşit yaratmıştır. Ama bu eşitlikten güvensizlik doğar. İki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu eder, birbirlerine düşman olurlar, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Güvensizlikten savaş doğar. İnsan kendi varlığını korumak için başka insanlar üzerinde egemenliğini artırmaya çalışır.

Hobbes’a göre insan doğasında üç temel kavga nedeni vardır: rekabet, güvensizlik, şan ve şeref. Devlet yoksa herkes herkese karşı daima savaş halindedir. Ancak Hobbes bunda insan doğasını suçlamaz; “insanın istek ve duyguları” der, “kendi başlarına günah değildir”. Onları yasaklayan bir yasanın varlığını öğreninceye kadar, bu duygulardan kaynaklanan eylemler de günah değildir.” (Leviathan, s. 102).

Hobbes’a göre, herkesin herkese karşı daima savaş halinde olduğu doğa durumunda hiçbir şey adalete aykırı değildir; çünkü genel bir gücün olmadığı yerde, yasa yoktur; yasa olmayan yerde de adaletsizlikten bahsedilemez.

Adalet ve adaletsizlik, Hobbes’a göre, bedene ya da zihne ait bir meleke değildir; bunlar ancak toplum içinde yaşayan insanlara ait niteliklerdir. Son olarak Hobbes, insanın, içinde bulunduğu bu doğa durumundan, duygularıyla ve aklıyla çıkabileceğini söyler. Ölüm korkusu, rahat bir hayat için gerekli şeyleri elde etme arzusu ve bu şeyleri çalışarak elde etme umudu insanları barışa yönelten duygulardır ve akıl insanlara üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış koşullarını gösterir.

Dizginsiz arzu ve isteklerinin peşinde koşan insanlar egemen bir gücün sağlayacağı düzen ve güvenliğe ihtiyaç duyarlar. Kendi rızalarıyla doğal haklarını egemene devrederler; böylece Hobbes’a göre, çok sayıda insan tek bir kişilik olur. (Leviathan, s. 128).

Kudret arzusu insanlarda kendiliğinden bir uyuma yol açmaz. Bu sebeple Hobbes, aklî olana yaptığı vurguyla, çözümü devlette görür.

Spinoza, Hobbes’tan farklı olarak, bireysel çıkar ve toplumsal fayda arasında güçlü bir ilişki kurar. Ethica’da “İnsan kendisine yararlı olanı aradıkça ve kendi varlığını korumaya çabaladıkça,” der, “kişi erdemle donanır.” (Alfa, s. 352). Ve bu şekilde davranmakla insanlar birbirlerine de yararlı olurlar.
Smith bu görüşü alır ve piyasa toplumuna yerleştirir. Smith’e göre kasap, biracı ya da fırıncı kendi çıkarını gözetir ve ben de bu sayede ihtiyaçlarımı gidermiş olurum. Bireysel çıkar peşinde koşmak toplumsal bir fayda doğurur.

Smith sadece bireysel çıkara dayalı bir analiz sunmaz. Bireysel çıkarla toplumsal çıkarı örtüştürür. Smith’in “ahlaki duygu” kavramına göre “mübadele ve sözleşme ilişkilerinde karşılıklı güven gereklidir ve toplum, adalet olmadan bir bütün olarak varlığını sürdüremez.” (Toplum, Habitus, s. 31).

Yine de Smith, özellikle Milletlerin Zenginliği adlı eserinde, bireyden hareket eden bir açıklama sunar; insanın takas eğiliminden yola çıkar ve buradan da yerel piyasaların ve işbölümünün gerekli olduğu sonucuna varır. “İşbölümü,” der Milletlerin Zenginliği’nde, “insan tabiatındaki belirli bir eğilimin, yani alıp vermek, bir şeyi bir başka şeyle trampa ve değiş etmek eğiliminin … kaçınılması imkânsız olan sonucudur.” (İş Bankası, s. 14). Tarihsel-toplumsal bir gerçeklik olarak işbölümü ve piyasa böylece bireyin takas eğilimi üzerine inşa edilerek doğallaştırılmış olur.

Çekoslovakya asıllı Marksist filozof Karel Kosik’e göre “iktisadi insan” ancak rasyonel davranışı gerektiren bir piyasa oluştuğu ölçüde varlık kazanabilir. Tersi doğru değil. İktisadi insan, iktisat sisteminin bir bileşeni ve sistemin işlevsel bir öğesidir. Kosik’e göre, iktisat “insanı iktisadi insana dönüştürme eğilimi olan ve insanı, ona boyun eğdiren ve uyum gösterten nesnel bir mekanizmanın içine çeken bir yaşam alanıdır.” (Somutun Diyalektiği, s. 84).
Birey ve toplum arasındaki temel fark ve ilişki burada tekrardan karşımıza çıkıyor. Ekonomik sistem ve piyasa gayri-şahsi bir gerçeklik olmakla birlikte bireye hem dışsaldır hem de ona kendi mantığını dayatır.

Max Weber Protestan Ahlakı’nda kapitalist ekonominin bireye kendi mantığını dayatan niteliğini anlatırken “Günümüz kapitalist ekonomik düzeni,” der “bireyin doğar doğmaz içine daldığı bir kosmozdur ve bir birey olarak içinde yaşaması gereken gerçek ve değişmez bir mahfazadır. Birey piyasa ağının gerektirdiği ilişkilere dahil olduğu ölçüde, bu ekonomik düzen ona kendi davranış normlarını benimsetir.” (akt. Demir Kafes, s. 64).

***

Smith’ten Marx’a geçiş, bir yönüyle, gerçekliğin eleştirisine geçiştir. “İnsanın doğuştan sahip bulunduğu hakların cenneti” (Kapital, s. 177) olan mübadele alanı işçi ve kapitalistin birbiriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurduğu ve aralarında eş değerli şeyleri değiştirdikleri bir “eşitlik alanı”dır. Ancak dolaşım alanındaki bu “cennet alanı” üretimin “cehennem alanı”na girişte sadece bir köprü vazifesi görür. Emek gücünü satma özgürlüğü işçi için kesinlikle ekonomik eşitliği garantilemez. “Piyasada özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve Bentham’ın hâkim olması” der David Harvey, “emek sürecinde artık değer üretimini görünmez kılar.” (Kılavuz, Metis, s. 271). Demek ki “eşitler” arasında kurulan “özgür” ilişki eşitsizlik üreten bir mekanizmayı harekete geçirir. Bu sebeple Harvey’e göre, “Kapital’in ilk cildi ‘eşit olmayanlara eşit muamele edilmesinden daha eşitlikten uzak bir şey yoktur’ sözünün incelikli ve kahredici bir anlatısı olarak okunabilir.” (age, s. 306).

Spinoza terminolojisini kullanırsak, piyasada kapitalist ile işçinin “karşılaşması” pek de neşeli olmayan bir karşılaşmadır. Her ikisi de Doğa/Tanrı’dan türeyen ve onda varolan ve yine onda çözünen bedenli-sınırlı “modus”lar olsa da, kapitalist ile işçi arasındaki karşılaşma, Marx olmaksızın anlaşılamaz. Adam Smith bu karşılaşmanın her iki taraf için de hayırlı olacağı varsayımı ile “neşeli” bir karşılaşma görüşüne sahipken, Marx tersine Smith’in bu iyimser bakışını Kapital’de yapıbozuma uğratır; böylece iki “modus” arasında gerçekleşen karşılaşmanın (en azından işçi için) ne de “kederli” bir karşılaşma olduğuna iyice ikna olursunuz. Marx’ın sözünü biraz bozarak yeniden yazalım: “Eşit ‘modus’lar arasında son sözü kuvvet söyler.”