Platon’un mağarasından Disney+’a

MURAT TIRPAN

8 Eylül 2004’te Paris’in ortasında, daha doğrusu altında tuhaf bir olay yaşandı. International Herald ve Guardian gazetelerinin ertesi günkü haberlerine göre, Paris polisi başkentin lüks yerleşim yerlerinden birinin altındaki bir mağarada tam teçhizatlı bir sinema salonu bulmuştu. Birkaç memur başka bir şey ararken tesadüfen girdikleri bir kanalizasyon borusundan ulaştıkları boşluğun sonunda “inşaat alanı girilmez” yazılı bir muşambaya denk geldiler. Dehlizde biraz ileri gittiklerinde ise yerin on sekiz metre altında dört yüz metrekarelik geniş bir mağaraya ulaştılar ve burada tam boy bir sinema perdesi, projeksiyon ekipmanları ve 1950’lerin kara film klasikleri de dâhil birçok film bulunduğunu keşfettiler. Bu mağarada belli ki birileri zaman zaman yer altına inip gizlice perdeye yansıyan görüntülerin keyfini çıkarmaktaydı. Bu tuhaf ve bir o kadar da önemli keşif bize sinema izleyicisinin psikolojik ve politik koşullanmasını açıkça anlatmıyor mu?

Çünkü sinema yer altındadır, izleyici günlük yaşamın her türlü koşuşturmasından kaçıp bu mağaraya film izlemeye sığınır. Orası özel bir dünyadır, sembolik düzenin kodlarından uzak, karanlık ve hatta biraz illegaldir. Ünlü sinema kuramcısı Andre Bazin zamanında şöyle yazıyordu, “Yer göstericinin küçük el feneri, bizleri yayıldığı sınırsız alanla perdeyi çevreleyen gündüz düşlerimizin gecesine götürmektedir” Günümüzde önce televizyon, sonra da internet üzerindeki film izleme imkânları bu karanlık yeraltı etkinliğini ışıklar içine, evimizin salonuna getirmeye başladı. Böylece ‘laterna magica’nın bütün büyüsü bozuluyor mu acaba?

PAZARLANAN SINIRSIZ İÇERİK NİCELİĞİN NİTELİĞİNİ BOZUYOR

Keşfedilen mağarada muhtemelen filmlerinden çoğu mevcut olan Jean Luc Godard bir zamanlar “Sinemaya aşağıdan bakılır, televizyona ise yukarıdan” diyerek televizyonu küçümsemişti. Oysa 1967 yılında Marshall Macluhan, gelecek öngörüsünde bulunarak şöyle yazmıştı: “Bir sonraki mecra, adı her ne olursa olsun televizyonu içerik olarak kendine dâhil edecektir, televizyonu bir sanat formu haline getirecektir.” Macluhan’ın öngörüsü bir ölçüde gerçekleşti, artık sinema filmleriyle nitelik olarak yarışacak televizyon işleriyle sık sık karşılaşıyoruz. İnternet yayıncılığı televizyonu içerisine dâhil ederek seçilebilir, kişiselleştirilebilir, ekstra enformasyonun gömülü olduğu, en önemlisi de sürekli bir akış halinde olan yeni bir mecra yarattı. Buna önce ‘yeni medya’ demeyi denedik, şimdi bu tabir bile eski hâle gelmiş durumda. Televizyon ve hatta sinema artık bu mecranın içerisinde yer alıyor ancak yeni bir sorunla karşı karşıyayız; pazarlanan sınırsız içeriğin, -Marksist terminolojinin tersine- niceliğin niteliği boğmasıyla.


YAYINCILIK DÜNYASI ŞEKİL DEĞİŞTİRİYOR

Walter Benjamin sinemayı “Sanat yapıtının teknik yoldan yeniden-üretilebilirliği, dünya tarihinde ilk kez yapıtı kutsal törenlerin asalağı olmaktan özgür kılmıştır” diyerek övüyordu, sanat eserinin aurası artık yok olmuştu. Ancak her şeye rağmen Paris’teki mağaranın bir aurası vardır. İnsanların toplanıp kült dedikleri bir filmi birlikte (ve gizlice) izlemelerinin törensel bir yanı mevcuttur. Ancak bu aura şimdilerde tamamen ortadan kalkmış durumda, esamesi okunmuyor, gittikçe artan dijital yayın platformları bunu ortadan kaldırdı, her şeye -hatta haddinden fazla şeye- her yerden ve her zaman ulaşılabilirken ritüel diye bir şey nasıl olabilir? Şu tabloya göz atalım, Netflix zaten hayatımızın bir parçası artık, son günlerde uzun zamandır beklenen internet platformu Disney+ içinde Star Wars, Marvel içerikleri ve Pixar filmlerinin de olduğu beş yüz film ve yedi bin dizi bölümü ile yayına başladı. Bize de gelmesi yakındır. 2018 rakamlarına göre Netflix’te bin 500’den fazla dizi ve 4 bin film mevcuttu, ayrıca platform yaklaşık bin 500 saatlik orijinal içerik üretmiş durumdaydı. Hâlihazırda mevcut olan -bizde de kolayca izlenen- başka bir rakip, Amazon Prime ise izleyicilerine 2016 rakamlarına göre 18000 film sunuyordu. Sektörde oyuncular bununla da kalmıyor, Mayıs 2020’de yayına başlayacak HBO Max 10000 saatlik bir içerikle başlamayı planlarken NBC Universal’in sahip olduğu Peacock başlangıçta 15000 saatlik içerik vadediyor. Orijinal içeriği henüz kısıtlı da olsa yayın başlayan Apple TV+ ve Youtube Premium da diğerleri. Biz burada sinema yasasına “vizyona giren filmler ancak altı ay sonra başka platformlarda yayın yapabilir” maddesi getirip önlem almaya çalışırken yayıncılık dünyası şekil değiştiriyor.

Bütün bu içerik bir takım havalı arayüzler üzerinden üzerimize “fırlatılıyor.” Bu sözcükle ne demek istediğimi açıklamalıyım. Televizyon gibi cihazlarla sinemada film izlemek arasındaki farklardan bahsedilirken çok önemli bir şey hep es geçilir. Sinemada film bir yüzeye ‘yansıtılır’ oysa televizyonda/ekranda film bize, gözümüze doğru fırlatılır. Cihazın içinden dışarıya doğru yayılır görüntüler. Sinema, Paris’in altındaki Platon mağarasına benzer mekânlarda, filozofun yazdığı gibi duvara yansıyan gölgelerle ilgiliyken, ekran ise verilerin üzerimize fırlatıldığı ışıklı bir alandır. Sinema aurası olan bir mekâna bağımlıyken ara yüzler her yerdedir; diziler, filmler sizinle her yere gelirler. Hatta bir ara yüzde başlayıp diğerinde bitirilirler. Tabii ‘bitirmek’ diye bir şey mümkünse. Minority Report’un ara yüzlerine bir adım kaldı!

'SEÇİM ÖZGÜRLÜĞÜNÜ ELİMİZDEN ALMAK'

Bütün bu içerikle ne yapacağız? Sinefil dediğimiz veri canavarlarının işi günümüzde çok zor. Eleştirmenlerin de. Türsak’ın sinema yıllıklarını alıp arşivlediğimiz zamanlarda her şey çok kolaydı, şu anda tüm bu ürünler aynı zamanda özellikle Youtube üzerinden yan içeriklerini de beraberinde getiriyor. Zamanında tam 610 tane VHS kasetim vardı ve bu filmlerin hepsini iyi biliyordum, şimdi içeriğin sınırı yok ve filmler bir meta olarak da elimizde değiller. Benjamin bunu meta fetişizminin yok olması ve sanatın demokratikleşmesi üzerinden açıklayabilir ancak öte yandan ironik bir biçimde seçme özgürlüğümüz de neredeyse ortadan kalkmış durumda.

Mağaraya girmek yerine oturma odalarında içerik seçmeye çalışan biz fanilerin en büyük sorunu bu kadar içeriği ne zaman izleyeceğimiz ve ne kadar konuşabileceğimiz. Belki bundan da önemli soru ise üzerimize boca edilen bu içeriğin kitap okumak, müzik dinlemek ve iletişim kurmak için kullanacağımız zamanı açıkça çalması. Seç-izle mantığı aslında hiçbir şey seçemememiz ve seçmeye zamanımızın kalmaması anlamına gelmiyor mu? Jean Baudrillard bir zamanlar binlerce kanallık uydu yayınlarından söz ederken bu kadar fazla seçeneğin aslında ‘seçim özgürlüğünü elimizden almak’ anlamına geldiğini yazmıştı. Geldiğimiz nokta tam da burası.