"Bir yanda kadınların yaşadıkları deneyimlerin gerçekliği, öte yanda kolaylıkla “duygusal”, “zayıf” ve “hastalıklı” olarak tanımlamalarını meşrulaştırabilecek tıbbi bir tanı. Bu paradoks belki yakın zamanda çözülemez ama üzerinde düşünmeye değer"

PMS paradoksu: Fizyolojik bir sorun mu, ortak bir deneyim mi?

IRMAK SARAÇ
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı

Premenstrual sendrom (PMS) ya da Türkçe söylersek “Adet öncesi gerginlik sendromu”, 150 kadar fiziksel (şişkinlik, meme hassasiyeti, eklem ağrıları, halsizlik, konsantrasyon güçlüğü, sivilcelenme vb) ve psikolojik (duygusal dalgalanmalar, kolay öfkelenme, cinsel istek değişiklikleri, depresyon, kaygı, şekerli ve tuzlu besinleri aşerme vb) belirtisi olabilen ve kadınların çoğunda görülebilen ancak az bir kısmında günlük aktivitelerini yapmakta zorluğa yol açan bir durum. Tanısı, görülen hangi belirtilerin var olduğuyla değil, belirtilerin en az iki ay süre ile adetten önceki bir ya da iki hafta boyunca görülmesi ve adetle birlikte kaybolmasıyla koyulabiliyor. Bunun için kadınların belirtilerini düzenli olarak kaydetmeleri önemli. Diğer bir önemli tanı kriteri de adet döngüsü boyunca en az bir hafta hiçbir belirtinin olmaması.

İlk olarak 1931’de Dr. Arthur Frank tarafından “Adet Öncesi Gerginlik”, 1953’de de Dr. Katrina Dalton tarafından “Premenstruel Sendrom” olarak tanımlanan PMS, 1980’lerin başlarında iki İngiliz kadının ceza davalarında, hafifletici sebep olarak kullanmalarıyla popüler oldu. Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hazırlanan ve psikiyatrik hastalıkların tanı kriterlerini içeren DSM IV’e Premenstruel Disforik Bozukluk adıyla 1990’ların başında girmiş ve bu duruma ait tanı kriterleri 2013’te yayınlanan DSM V’de yer aldı.

PMS, ergenlik öncesi, gebelikte ve menopozda görülmediği için başlangıçta adet döngüsü sırasında yaşanan fizyolojik hormonal değişiklikler ve bunlardaki dengesizlikler sorumlu tutuluyordu ancak hormonların kan seviyeleri PMS olan ve olmayan kadınlarda farklılık göstermedi. Daha sonraki dönemde yumurtlamanın olması ve bazı kadınların progesteron ve onun metabolitlerine daha duyarlı olması olması (özellikle beyindeki bazı nörotransmitterler üzerinden), üzerinde duruldu ve buna yönelik olarak tedavi seçenekleri kadınlara sunuldu. Bunlar arasında beslenme önerileri (kafein, alkol ve rafine şekerden uzak durulması, az ve sık beslenme, bol sıvı tüketimi vb), stresten uzaklaşma, hayat tarzı değişiklikleri, egzersiz, meditasyon,vitamin destekleri sayılabilir. Bunlarla başarı elde edilemezse doğum kontrol hapları, anti-depresanlar denenebilir.

Peki, PMS’i kadın fizyolojisine bağlı bir hastalık olarak kabul etmek başka konuları gözden kaçırılmasına neden oluyor mu?

Her şeyden önce bu, normu belirlediği kabul edilen tıbbın erkek bakış açısının da bir göstergesidir. Ne de olsa “normal” bir beden değişmez ve her zaman dengededir. Bu nedenle kadına ait doğal süreçler olan, gebelik, doğum ve menopoz da tıbbileştirilebildi. Aynı zamanda bu bakış açısı Antik Yunan’dan günümüze kadının ikincil konumunun rasyoneleştirilmesine katkıda bulundu.
Bir diğer konu ise bu tanımlamanın “normal” kadın davranışı üzerinden yapılması. Toplumsal cinsiyete dayalı davranış kalıplarında bir erkeğin öfkelenmesi anormal görülmezken bir kadının öfkelenmesi kolaylıkla anormal kabul edilebilir. Bu durumda kadınların, onlardan beklenen her zaman sabırlı, anlayışlı, problem çözücü olma rollerinin dışına çıkmaları, ayın belli günlerinde de olsa ancak “hasta” olmaları nedeniyle olabilir. Kaldı ki, PMS ile ilgili her zaman negatif deneyimlerin paylaşıldığını söylemek yanlış olur. Bu dönemi, daha canlı, enerjik, yaratıcı olarak tanımlayan kadınların deneyimi ne yazık ki çok duyulmuyor ve elbette PMS bulguları arasında da yer almıyor.

Bu deneyimlerin, bir hastalık olarak tanımlanması altta yatan sosyal ve kültürel sebeplerin göz ardı edilmesine de sebep oluyor. Özellikle hem işte hem evde çalışarak, çifte yük altında olup yeterli destekten yoksun olmaları, evde şiddete maruz bırakılıyor olmaları ya da ekonomik sıkıntı yaşıyor olmaları kadınların pekala daha öfkeli ya da depresif olmalarının altında yatan nedenler olabilir. Mükemmel anne, mükemmel eş ile yan yana getirilemeyecek duyguları yaşıyor olmak sadece erkekler değil kadınlar tarafından da ancak bu durum patolojik olarak tanımlanırsa kabul edilebilir. Nitekim PMS’nin bir hastalık olarak tanımlanmasında kadınların da payı büyük.

Daha çok Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustrulaya’da görülüyor olması PMS’nin biyolojik olmaktan çok kültürel bir sendrom olduğunun da bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Aynı zamanda adet döngüsü algısının farklı olduğu Batı dışı toplumlarda, kadınlar adet öncesi fiziksel belirtileri tanımlasalar da negatif psikolojik değişikliklerden yakınmıyorlar.

REGL İZNİ HAKTIR

Ülkemizde de aralıklı olarak gündeme gelen regl izni de bu bağlamda tartışılabilir. Bir yanda kadınların bir kısmının yaşadığı günlük hayatlarını etkileyen bir durum için eşitlik ve hakkaniyet temelinde makul görünen bu izin, kolaylıkla işverenin hali hazırda erkeklerden daha düşük olan ücretleri daha da düşürmesine ya da bunu bahane ederek kadınları işten çıkarmalarına yol açabilir ve böylece kadınların iş hayatındaki ikincil konumlarını pekiştirebilir.

Sebep olarak kadının fizyolojisinin sorumlu tutulması, pek çok belirtiyle tanımlanabilmesi, kültürel ve sosyal sebeplere dayalı farklılıkları olması nedeniyle belki de premenstrüel sendromu bir hastalık olarak tanımlamak zor olsa da, bu, kadınların adet öncesinde yaşadıkları yakınmaları yok saymak anlamına gelmemeli. Bu yüzden PMS’yi tartışırken, sağlık algısının kültürel olduğu, kadınların adet öncesi deneyimlerinin sosyal konumları, hayat şartları ve toplumsal cinsiyet rolleriyle değişkenlik gösterdiği ve tüm bu tartışmalarda hangi kadınların deneyimlerinin kullanıldığı unutulmamalı.

Bir yanda kadınların yaşadıkları deneyimlerin gerçekliği, öte yanda kolaylıkla “duygusal”, “zayıf” ve “hastalıklı” olarak tanımlamalarını meşrulaştırabilecek tıbbi bir tanı. Bu paradoks belki yakın zamanda çözülemez ama üzerinde düşünmeye değer.