Poetik bir genişleme

ÇAĞATAY USLU

Fadime Uslu öykülerinin iki temel noktası vardır: Atmosfer ve dil ritmi. Öykü evreninin temel dayanakları olan bu ikili hemen her öyküsünde başköşede hissettirir kendisini. Atmosferi temel olarak zamana, mekâna ve dile bağlı olarak kurar. Yakın zamanda yayımlanan ‘Ay Eskir Gün Işırken’de de zamana ve dile bağlı bir atmosfer örgüsünü öykünün temeline oturtuyor Fadime Uslu.

Önceki kitaplarına nazaran daha da yükselen bir dil kompozisyonuyla karşı karşıyayız. Bu kompozisyonun nüveleri sözgelimi ‘Taşın Rüyası’nda ya da ‘Yüzen Fazlalıklar’da görülmüştü ancak bu sefer Ahmet Haşim’in “Yarı yoldan ziyade yerden uzak/Yarı yoldan ziyade mâha yakın” dizelerindeki gibi cümleler yükseklik kazanıyor, yerçekimiyle irtibatlarını askıya alıyor, birer düzleme dönüşüyor. Bu düzlemler cümleler ilerledikçe hem kelime hem de cümle düzleminde iç içe geçiyor, yeni anlam biçimleri kazanarak katlanıyor.

‘AMERİKAN DERSLERİ’

Sözgelimi “bir çardakkuşunun bedeninden kopan telek tüyü kadar hafifti zaman” ya da “Teleğin hareketi geride ne bir iz bırakıyordu ne de ölümünden bir belirti. Onu bu denli hafifleten sarayın damarlı mermerleri olabilirdi. Taş, ağırlığını yutuyordu her şeyin.” gibi imgelerle kurulmuş örüntüler dilin gizilgücünü ortaya çıkaran, kurulduğu zamansal atmosferin buğulu havasını da hissettiren katmanlar ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda bu imgesel göstergeler beni Italo Calvino’nun ‘Amerika Dersleri’ kitabındaki hafiflik tanımına götürüyor. Burada anılabilecek ilk tanım dilin hafifleşmesiyle ilgilidir. Öykünün tarihi atmosferi “adeta ağırlıksız bir sözel örgü üzerinden aktarılmış, sonunda dille aynı seyreltilmiş yapıya kavuşmuş”. Yukarıda örnek olarak verdiğim iki imge ise diğer bir tanıma uygun düşüyor: Bir simge değeri edinen mecazi bir hafiflik. Çağrışım gücüyle belleği harekete geçirmek de bir anlamda.

Ayrıca tekil olarak ‘Ay Eskir Gün Işırken’ öyküsünün içerisinde göze çarpan bir ikilikten de bahsedilmesi gerekiyor: “Hepsinin şehadeti dilsizdi. Bu eşsiz zamanın belki de tek işareti minyatürlerdi” cümlesindeki dilsizlik ve minyatür koşutluğu. Burada ‘dil’ kavramının bilerek ya da bilmeyerek bir vurgusu söz konusu. Dil insan için bir katman ya da çok boyutluluk anlamı kazanabilir. Çünkü ‘anlam’ dediğimiz kavramın sınırları hem insana özgü hem de ‘dil’in sınırlarıyla örülüdür. Minyatür kavramıyla perspektif yokluğu ayrı bir vurgu katıyor bu önermeye. Bu anlamda dilsizlik ve minyatür kavramları bir araya geldiğinde anlamlı göstergeler bütünü olarak dil her anlamda anlatan insan bir perspektif de sunmuş olmaz mı?

II

Fadime Uslu aynı zamanda biçimsel olarak ‘öykü’ kavramı üzerine de düşünen bir yazar. Öyküye dair söyleyeceklerini metinlerinin içinde karakterlerine konuşturabiliyor ya da bir metin olarak öykünün oluşma süreçlerini incelemeyi ihmal etmiyor. Yazar bunu üstkurmaca kavramını andırır bir şekilde yapıyor ama postmodern bir oyun da kurmuyor, onun öykülerinde hikâye kendi üzerine düşünürken aynı zamanda anlatıcı karakterin kendi kendine yandığı bir deniz feneri şekline de bürünüyor. Sözgelimi yine ‘Ay Eskir Gün Işırken’ öyküsünde “... düşüncen adımlarından önde senden bağımsız somut bir varlık haline geldiğinde ve sen ona henüz biçim vermeden sadece varlık olduğunu duyumsadığında, sözcüğün o yolculukta kendi zamanında demlene demlene şekillenir” ya da “Neyi nasıl açıklayacağın konusunda henüz bir karara varmamıştın, çünkü ortada henüz adı konmuş bir konu yoktu. Sadece somut bir eylemin, uzun bir yürüyüşün içindeydin. Adımların nizamiydi. ... Merkez sendin. ... Adımların ağırlaşırken su gibi akan şeyleri duyumsuyorsun, bir nehrin kıvrımını, kıvrımlar ve çizgiler boyunca ilerleyen zamanı, zamanda durup kalanları; çökeltideki balçığı, çamuru, yüzeyde berrak bir akıntıyı ve birdenbire su diye mırıldanıyorsun, bunu bir ses gibi duymuştun içinde, ama söylediğin (Vurgu benim Ç.U.) anda sesini bedenleştirdin, sonra o sözcüğün çağırdığı cümleyi duydun.” cümlelerinde olduğu gibi başlangıç aşaması, öykünün zihin içinde akışı ve oluşum biçimleri bir bir betimleniyor metin içinde.

HER ŞEYİ YUTAN BURGAÇ

İkinci düzlemde öyküyle ilgili düşünceler yazılış atmosferine de uygun biçimde yoğunlaşarak handiyse bir tanım şeklini alıyor. Burada ‘mum’ metaforuna yaslanıyor yazar. Odağa aldığımız iki öyküden ilkinde, ‘Ay Eskir Gün Işırken’de, “Ve birdenbire su diye mırıldanıyorsun; bunu bir ses gibi duymuştun içinde ama söylediğin anda sesini bedenleştirdin, sonra o sözcüğün çağırdığı cümleyi duydun. Suyun doğadaki hareketi çemberdir, dedin bu defa, suyun hareketi bir çemberdir, içindeki katı çeperin boşluğunu doldurmaya adanmış bir yaşamdır onunki. Böyle suya atılan bir taş gibi, dalga dalga genişliyor işte, göz gibi. Hareket noktasını oluşturan taş da göz olmalı. Senin gözün. Çeperi gören gözün. Eğretilemeni kafanda evirip çeviriyorsun, önce bulutsu düşüncelerini netleştirecektin, bu yüzden omzuna postacı gibi astığın çantandaki not defterinle kalemini çıkarmadın” cümlelerinin de ortaya serdiği biçimde doğrudan izleyicileri olmayan bir tören gibi düşünülüyor öykü aslında burada her ayrıntı açıklanmak, anlatılmak için yapılsa bile sadece en gereklileri metin içinde netleşecek. Diğer metnimiz ‘Anlatıcı’ öyküsünün girişinde ise “Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır, dedi. Bizler sadece taşıyıcıyız, yani sözcük hamalı”nı takip eden “Zaman dediğin her şeyi yutan bir burgaç, nasıl anlatabilir ki?” sorusuna verilen cevap da bir tür poetika niteliği taşıyor: “Közden kalan sözle, değil mi?”

‘Ay Eskir Gün Işırken’ kitabında odağa aldığımız iki metin de öykünün hem biçimsel konumuna hem de ‘öykü dili’ dediğimiz kavrama değgin açık bir tavır alıştır. Böylece Fadime Uslu bize hem kendi evreninde ilerleyişini hem de yazı üzerine düşünebilmenin farklı yollarını gösterir.

Kaynakça:

Italo Calvino, Amerika Dersleri, YKY, 2013

Ahmet Haşim, Yarı Yol, Piyale, YKY, 2015