Popülizm hakkında kısa bir açıklama

SLAVOJ ŽİŽEK

Venezuela’daki Bolivarcı devrim pek çok eleştiriyi hak etmiş olsa bile, bu devrimin yine de özellikle uzun bir ekonomik savaş döneminde dört koldan yönetilen bir karşı devrimin kurbanı olduğunu da her zaman akılda tutmalıyız. Böyle bir işlemde ise yeni bir şey yok. 1970’lerin başına geri döndüğümüzde, Henry Kissinger, Şili’de demokratik yoldan seçilmiş Salvador Allende hükümetinin altını nasıl oyacağına dair CIA’ye yazdığı kısa notta “ekonomiye çığlık attırın” demişti. Üst düzey ABD temsilcileri aynı stratejinin günümüzde Venezuela’da uygulandığını açıkça kabul ediyorlar; birkaç yıl önce ABD Dışişleri eski Bakanı Lawrence Eagleburger Fox News’te şöyle demişti: “Chavez’in Venezuela halkına başvurması, sadece Venezuela toplumu daha iyi hayat standardı imkânı gördüğü sürece işe yarar. Belli bir noktada ekonomi hakikaten kötüye giderse, Chavez’in ülkedeki popülaritesi de kesinlikle azalacaktır ve ona karşı başlangıçta sahip olduğumuz ve kullanmamız gereken tek silah budur; yani ekonomik aygıtları kullanarak Chavez’in ülkedeki ve bölgedeki cazibesi dibe vursun diye ekonomiyi çok daha berbat hale getirmeye çalışacağız. … Onlar için ekonomiyi çok daha zor hale getirmek üzere yapabileceğimiz herhangi bir şey güzel bir şeydir, ancak yaptığımız yanımıza kâr kalsın istiyorsak bunu da Venezuela’yla doğrudan çatışmaya girmeden yapalım.”

Söylenebilecek en hafif söz, bu tür beyanların Chavez’in yüz yüze geldiği ekonomik zorlukların sadece kendi ekonomi politikalarındaki beceriksizliklerin sonucu olmadığı yolundaki kuşkulara zemin hazırlamış olduğudur. Burada, bazı liberallerin yutması zor önemli bir politik noktaya parmak basıyoruz: Karaborsa süreçleriyle ve tepkilerle (örneğin, bazı ürünleri raflardan çekerek daha fazla kâr peşinde olan dükkân sahipleri) değil de, inceden inceye işlenmiş ve bütünüyle planlamış bir stratejiden söz ediyoruz; işte bu tür koşullarda karşıt bir savunma önlemi olarak terörün bir çeşidi (gizli depolara yapılan polis baskınları, spekülatörlerin ve kıtlık örgütleyenlerin gözaltına alınması vb) bütünüyle meşrulaşmış olmaz mı? 9 Mart 2015 tarihinde Başkan Obama Venezuela’nın “ulusal tehdit” olduğu yolunda bir başkanlık emri yayınladığında bir hükümet darbesine yeşil ışık yakmış olmadı mı? Daha“uygarca” bir düzeyde, aynı şeyler Yunanistan’da meydana geliyor.

Günümüzde, hiç sıkılmadan düşman propagandası adını verebileceğimiz muazzam bir baskı altındayız; burada Alain Badiou’dan bir alıntı yapayım: “Düşman propagandasının amacı mevcut bir kuvveti ortadan kaldırmak değildir (bu işlevi genellikle polis kuvvetleri yerine getirir), bunun yerine belli koşullarda pek dikkate alınmayan bir imkânı ortadan kaldırmaktır.” Başka bir deyişle, umudu öldürmeye çalışıyorlar: Bu propagandalarda, “yaşamakta olduğumuz dünya olası dünyalar arasında en iyisi olmasa bile en az kötüsüdür” şeklinde kabullenilmiş bir mesaj veriliyor, öyle ki, herhangi bir radikal değişim bu dünyayı ancak ve sadece daha kötü hale getirebilir. İşte bu yüzden, Yunanistan’daki SYRIZA ve İspanya’daki Podemos’tan başlayıp Latin Amerika “popülizmleri”ne uzanan bütün direniş biçimlerine tam destek verilmeli. Evet, gerektiğinde onlara ciddi eleştirilerimizi yönelteceğiz, ancak bunlar kesinlikle içe dönük eleştiriler olmalı, kendi müttefiklerimize yaptığımız türden eleştiriler. Mao Zedung’un da söylediği üzere bu gerilimler “halk içindeki çelişkilerdir”, halk ile düşmanları arasındaki çelişkiler değil.

SYRIZA’nın Yunanistan’daki zaferine karşı Avrupa müesses nizamının gösterdiği tepkiden kaynaklanan bir ilke yavaşça ortaya çıkıyor; bu ilke, Gideon Rachman’ın Aralık 2014’te Financial Times’taki makalesinin başlığında çok güzel dile getirilmişti: “Eurozone’un en zayıf halkası seçmenlerdir.” Böylece ilkesel-ideal bir dünyada Avrupa işte bu “en zayıf halkası”ndan kurtuluyor ve uzmanlar gerekli ekonomik önlemleri doğrudan dayatacak bir güç kazanıyorlar; seçimler yapıldığı takdirde de, işlevleri sadece uzmanların konsensüsünü onaylamak oluyor. Seçim sonuçlarındaki “yanlış” tablolar ise müesses nizamı paniğe sevk ediyor: Toplumsal kargaşa, yoksulluk ve şiddet görüntülerini resmetmeye başlıyorlar… Bu tür durumlarda beklenildiği üzere, ideolojik kişileştirme zirvesine ulaşıyor. Piyasalar sanki yaşayan insanlarmış gibi “konuşmaya” başlıyor, seçimlerde mali kemer sıkma ve yapısal reform programıyla devam etme yetkisine sahip bir hükümet işbaşına gelmediği takdirde neler olacağına dair “endişelerini” söylüyorlar.

Alman medyası geçenlerde Yunan maliye bakanı Yanis Varoufakis’i bizimkiyle alakasız kendi evreninde yaşayan bir ruh hastası olarak tarif etti; ama hakikaten bu kadar radikal mi? Varoufakis deyince moralleri bozan şey onun radikalliği değil de akılcı pragmatik ılımlılığıdır; merak etmeyin, SYRIZA’nın birçok radikal üyesi de onu zaten AB’ye teslim olmakla suçluyor. Varoufakis’in öne sürdüğü tekliflere yakından bakıldığında, bunların 40 yıl öncesindeki standart ılımlı Sosyal Demokrat gündemin birer parçası olan önlemleri içerdiğini görmek mümkün (1960’lar İsveç’inde hükümetin programı çok daha radikaldi). Bugün radikal Sol saflarında aynı önlemleri savunmak, günümüz açısından üzüntü verici işaretler; kötü zamanların işaretleri sayılabilir ama aynı zamanda Sol’un onlarca yıl öncesinde ılımlı merkez Sol’a ait bir yeri işgal etmesi açısından da bir fırsat.

Peki, SYRIZA hükümeti başarısız olursa ne olur? Sonuçlar sadece Yunanistan için değil, Avrupa için de bir felakettir: SYRIZA’nın nihai yenilgisi, reformlar için yapılan sabırlı çalışmaların yenilgiye mahkûm olduğu, radikal bir devrimin değil reformculuğun (Alberto Toscano’nun deyişiyle) günümüzün en büyük ütopyası olduğu şeklindeki pesimist görüşlere yeni bir mevzi kazandıracaktır. Kısacası, daha şiddetli ve radikal mücadele dönemine yaklaştığımızı doğrulayacaktır.


Kaynak: http://goo.gl/WMLiod