Prof. Dr. Meryem Koray: AKP pragmatist ve oportunist olmaktan kaçınmayan bir parti

Recep Tayyip Erdoğan Mayıs 2017’de “metal yorgunluğu var, teşkilatları yenileyeceğiz” diyerek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin belediye başkanlarını görevden almaya başlamasıyla yeni bir süreç başladı.

Bianet'ten Haluk Kalafat kenti ilgilendiren değişimler gözle görünür biçimde devam ederken, akıllara takılan “sosyal politikalar ne olacak” sorusunun yanıtını bu alanda önemli çalışmalar yapan Prof. Dr. Meryem Koray’a sordu.

İşte o söyleşi:

AKP’nin belediye başkalarını değiştirmesiyle belediyelerde bugüne kadar uyguladığı politikalar da yeniden sorgulanır oldu. Siz AKP’nin belediyeler aracılığıyla uyguladığı sosyal politikaları nasıl tanımlarsınız?

Bu soruya yanıt vermeden, AKP iktidarının sosyal politika anlayışını açıklamak gerekiyor; çünkü bu anlayış yerel yönetimler açısından da geçerli. Bu anlayışı, kısaca sosyal yardım ağırlıklı bir devlet anlayışı olarak niteleyebiliriz. Kuşkusuz, yoksulluğun oldukça yaygın olduğu Türkiye’de sosyal yardımların yoksulluğun azaltılmasına katkıda bulunduğu yadsınamaz; bu nedenle, sosyal yardımlara ağırlık verilmesini tek başına eleştiri konusu yapmak da anlamlı olmaz. Ancak bu politikaların, taşıdığı anlam, arkasındaki gerçek ve yol açtığı sorunlar açısından eleştirmemek mümkün değil.

Bu konuda, ilk olarak, AKP’nin toplumsal ihtiyaç ve beklentileri iyi okuduğunu söylemek gerekiyor; bunlara yanıt verme konusunda izleyeceği politikaların yaraya merhem olmasa da oy getireceğinin ise çok iyi farkında.

Bu nedenle muhafazakar değerler gibi sosyal yardımlar da, topluma yönelik söylem ve politikalarının temel ekseni konumunda. Örneğin sosyal devlet anlayışını benimsediğini söylüyor; ancak uygulamalarını sosyal devletle bağdaştırmak zor; olsa olsa “sosyal yardım devleti” olduğu söylenebilir.

1980 sonrası neo-liberal politikalarla birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zenginlikler artarken eşitsizlikler ve adaletsizliklerin büyüdüğü bir dönem söz konusudur. İzlenen neo-liberal politikaların, bir yandan istihdamdan ücretlere, vergiden sosyal politikalara kadar birçok alanda koşulların kötüleşmesine ve zorla eşitsizliğin artışına yol açarken, öte yandan devletin eşitsizlikleri gidermeye ve adaletsizlikleri azaltmaya yönelik müdahalelerini kısıtlayan bir anlayışı dayattığı da bilinmekte. Bu durumda AKP’nin yaptığı da, en dipteki mağduriyetleri biraz olsun azaltmaya yönelik “sosyal yardım devleti” olmaktan öteye gitmiyor. Örneğin sosyal politika deyince, eğitim, sağlık, konut, çalışma yaşamı, sosyal güvenlik gibi sosyo-ekonomik haklarla ilgili politikaları anlamak gerek; bu alanlarda AKP’nin yaptığı ise, neo-liberal politikalar neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan başka bir şey değil!...

Bu alanlardaki piyasalaşma süreci bile başlı başına önemli bir gösterge. Buna karşın, AKP program ve seçim bildirgeleri sosyo-ekonomik hakların hayat geçmesine yönelik bir sosyal devlet anlayışını yansıtmadığı halde “sosyal devlet” gibi bir söylemi kullanmakta; sosyal yardımları örgütlemekten öte bir anlam taşımayan bir bakanlığı da “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” diye adlandırmaktan kaçınmamaktadır. Sonuçta, sosyal politika alanında da, söylemi büyük, anlamı küçük veya içerikleri boşalmış kavram ve politikalarla baş başa bırakılmaktayız.

İkincisi, neo-liberal politikalar söz konusuysa devletin gelirin yeniden bölüşümü konusunda ciddi bir müdahalesi olamayacağından, toplumun beklentilerine yanıt vermek üzere popülist politikalardan, bu çerçevede sosyal yardımlardan başka bir yol da yoktur. Dolayısıyla AKP’nin, popülist politikaları eleştirir görünürken, sosyal yardımları arttırıp çeşitlendirerek popülizmi ve klientalizmi [kayırmacılık] kanatlandırdığı söylemek gerekir.

Üçüncüsü, bu yardımların temel sorunlara çare olmadıkları, yalnızca sorunları örtmeye ve ötelemeye yaradıkları görmezlikten gelinemez. Örneğin yoksulluğun gerçekten azalması için sosyal yardımlara değil, bir yanda istihdam ve işsizlik, çalışma koşulları ve ücretleri iyileştirilmesine, öte yandan eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik gibi konularda kamu hizmetlerine ağırlık verilmesine ihtiyaç var. Yoksulluğun gerçek nedenleri buralarda saklı; fakat izlenen neo-liberal politikalar bunları iyileştirme yönünde müdahalelere izin vermediğinden tek çare popülist politikalardır!

"Sosyal yardım kandırmacanın etkin aracı"

Dolayısıyla popülizm ve buna eşlik eden sosyal yardımlar, bir yandan iktidarın sermaye birikiminden yana desteğinin üstünü örtmekte; öte yandan, toplumun zayıf kesimlerinden yana görünmesini sağlamaktadır. Kandırmacanın etkin “araçları” olduklarını söylemek de mümkün!

Son olarak bu yardımların, bir hak temeline değil himmete bağlanmaları ve klientalist bir anlayışla uygulanmaları nedeniyle -ki, bu yolda göstergeler ortada-siyasal iktidarın işine gelseler ve iktidarlarının sürdürülmesine katkı sağlasalar da, toplumsal gelişme açısından gerilemeye işaret ettikleri de görmezlikten gelinemez. Çünkü iktidarın himmetine bağlı yardımlar, bir yandan hak bilinci ve söylemini geriletir, öte yandan hakların demokrasiyle ilişkisinin gözlerden uzaklaşmasına yol açar, bir anlamda demokrasinin içini boşaltır. Türkiye’de yaşanan da bu!... Sonuçta, birileri demokrasiye olan güvenlerini yitirirken, ötekiler demokrasiyi kendileri için araca dönüştürmeyi başarmaktalar!

Haklar, özellikle sosyo-ekonomik haklar ve bu haklarla ilgili politikaların demokrasiyle ilişkisi unutulamaz. Türkiye’de geçmişten bugüne yapılan demokrasi tartışmalarında unutulan ya da ihmal edilen de budur.

"Yerel yönetim merkezden belirleniyor"

Belediyelerde bu değişim sosyal politikalarda bir değişim anlamına gelir mi?

Belediyeler açısından da durum farklı değil. Yerel yönetimlerin nasıl bir sosyal politika izleyecekleri, büyük ölçüde merkezde benimsenen anlayışla ilişkili. Çünkü, bir yandan sosyal politika anlayışı ve uygulamalarının temel ilkeleri, yasa ve kurumları merkezden belirlenmekte, yerel yönetimler de bu anlayış çerçevesinde bazı sosyal hizmet ve sosyal yardımları üstlenmektedir. Örneğin işsizliğin önlenmesi konusunda ciddi bir hedef ve politika benimsendiğinde, belediyelere yeni istihdam yaratılmasına katkı sağlamak gibi bir sorumluluk düşer; ya da çocuk bakımının toplumca üstlenilmesi ve bu konuda ailenin yükünün azaltılması gibi bir sosyal politika anlayışı geçerli olsa, belediyelerden de kreş ve çocuk yuvaları açmaları beklenir. Türkiye’de ise, benimsenen sosyal yardım devleti; belediyelerdeki uygulama da sosyal yardımlarla sosyal yaralara bez bağlamaktan öte değil!

Öte yandan, Türkiye’de yerel yönetimler idari ve mali yönden merkeze bağımlı durumdadırlar; bu bağımlılık da politikalarının biçimlenmesini etkilemekte. Bir başka deyişle merkezi hükümetlerin yerel yönetimler üzerinde hem idari hem mali “vesayeti” vardır; AKP iktidarının ise, bu vesayeti güçlendirme yönünde bir anlayışı olduğu ortada. Örneğin belediyelere kayyum atamaktan istifalarını istemeye kadar uzanan müdahaleleri ile “idari vesayeti” yerel yönetimleri ve seçimleri yok saymaya kadar uzattıklarını görüyoruz. Elindeki mali olanaklar ise, bu olanakların belediyelerin ödüllendirilmesi veya cezalandırılması yönünde kullanılmasına yol açabilmekte. Mali bağımlılık, belediyelerin gelirlerinin çok önemli bir kısmının merkezden yapılan aktarmalarla oluşmasıyla ilgili. Örneğin il belediyelerinin toplam geliri içinde öz gelirler yüzde 52 dolayına çıkarken, büyükşehir belediyelerinin öz gelirleri ancak yüzde 20-30 düzeyinde kalmakta; yani gelirlerinin yüzde 70-80’i merkezden gelmektedir. Bu durumun merkezi hükümete büyük bir yaptırım gücü verdiğine kuşku yok.

Sonuç olarak, Türkiye’de sosyal belediyecilikten söz edilse de, uygulamada merkezdeki politikaların devamından başka bir şey görmek zor. Kısaca söylersek, merkezi iktidardaki sosyal yardım ağırlıklı popülist politikalar gibi yerel yönetimler de kamuoyunda görünürlüklerine ve oy beklentilerine katkı sağlayacak popülist ve klientalist amaçlı hizmetlerle, sosyal ilişkileri güçlendirecek “dağıtımlara” yönelmekteler. Bu hizmet ve yardımlar, bir yandan kamuoyuna ulaşmak için aracılık ederken, öte yandan birileri için yeni rant kaynakları yaratılmasına da yaramaktalar.

Özellikle İstanbul ve Ankara için bugüne kadar yürütülen sosyal politikaları nasıl tanımlarsınız?

Bu çerçevede üç büyük şehrin önemi yadsınamaz. Öncelikle bu kentler, Türkiye’nin görünen yüzü oldukları gibi, iç göçün oluşturduğu büyük nüfuslarıyla varoşları, geri kalmışlığı da temsil etmektedirler. Bir anlamda, iç göçle kırdaki eğitimsizliğin, muhafazakarlığın, yoksulluğun taşındığı kentler oldukları söylenebilir. Bu koşulların, sosyal hizmet ve sosyal yardım ihtiyacını arttırırken, oy avcılığı yapılmasına elverişli olduğuna da kuşku yok. Örneğin büyükşehir belediyelerine genel bütçeden aktarılan payın yaklaşık yarısının İstanbul Büyükşehir Belediyesine gittiği, onu Ankara ve İzmir’in izlediği görülüyor. Kuşkusuz aktarılan gelirler arasındaki bu farklılığı en başta nüfus yoğunluğuna bağlamak gerekir; ancak nüfus yoğunluğu ile gelir arasındaki bu bağlantının iktidarın amaçları doğrultusunda kullanıldığı da unutulamaz.

Dolayısıyla İstanbul ve Ankara’nın daha fazla gelire ve daha “lütufkar dağıtımlara” sahip olması iktidarın seçimleriyle de ilgili. Ancak bu kentlerin, yaşam ve geçinme koşulları veya işsizlik konusunda Türkiye genelinden daha olumsuz koşullara sahip oldukları gibi gerçekler de karşımızda. Ekonomide bir politika değişikliği düşünülmediğinden bu koşulları gerçek anlamda iyileştirmenin düşünüldüğü de söylenemez. Dolayısıyla belediyelerin yaptığı da, az maliyetli fakat gösterişli hizmetlerle sosyal yardımları arttırmak olmaktadır. Örneğin TESEV’in yaptığı bir araştırmaya göre, hanehalklarının aldıkları yardımların kaynağına bakıldığında, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonlarından alınan yardımların artması gibi, alınan yardımlarda 2003’de belediyelerin yaklaşık yüzde 9’u bulan payının, 2008 yılında yüzde 22 dolayına çıktığı görülmekte (TESEV, 2009; 6). Öte yandan sosyal yardımlarda, belediye bütçesinin dışında gelen kaynakları da düşünmek gerekmekte ki, bu dış kaynakların iktidarın yörüngesinde azalıp çoğaldığına kuşu yok! Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tüm sağlık ve sosyal harcamalarına birlikte bakıldığında, bunlar için bütçesinden yüzde 9-10 dolayında oldukça küçük bir pay ayrıldığı görülmekte; İstanbul’un 14-15 milyonluk nüfusu düşünülürse, bu boyutta bir sosyal harcamanın ihtiyaçlarla uyuşmadığı da ortada. Kısacası, sosyal belediyecilik konusunda bütçelerinden önemli bir pay ayırdıkları söylenemez; sağlanan hizmetlerin bir kısmının müteahhitler başta olmak üzere iş dünyasıyla ilişkiler içinde karşılandığını söylemek de yanlış olmaz.

AKP'nin seçimlere yönelik değişime gittiği yorumları var.

Belediye başkanlarının istifalarının neden istendiğini tam olarak bilmiyoruz. Söylentiler var tabii ama ”şu kişinin şöyle bir yanlışı söz konusu; şurada böyle bir yolsuzluğu var” gibi net bir açıklama yok! Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Ekim’deki açıklaması şöyle: “Bu benim şahsi tercihim değil... Yenilenme talebi bizden değil toplumdan geliyor; bu yenilenme ihtiyacını, tazelenme talebini kendi irademizle gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Eğer biz bunu kendimiz yapmazsak, sandıkta milletimiz yapar.”

Buradan, belediye başkanlarının önümüzdeki seçimler için yetersiz görüldüğü gibi bir sonuç çıkarılabilir. Ancak görülen yetersizliğin kaynağı gerçekten AKP seçmeni mi, yoksa AKP yönetimi mi; orası tam belli değil! Örneğin AKP seçmeninde bu yönde bir eğilim söz konusuysa, seçimlerde başka bir aday göstererek buna yanıt verilebilirdi; kafalarda soru işareti yaratan bu duruma da yer kalmazdı. Kısacası, “metal yorgunluğu“ diye ifade edilenden farklı bir şeyler olmalı. Özellikle İstanbul ve Ankara’nın hem genel hem yerel seçimler açısından çok önemli olduklarına kuşku yok; bu nedenle seçimlere çok önceden hazırlanmak istendiği, örneğin rant ekonomisi aracılığıyla elde edilen gelirin daha fazla kontrolünün amaçladığı düşünülebilir. Öte yandan gücü ve yetkinin paylaşılmasını istemeyen bir anlayışın geçerli olduğu düşünülürse, bu kentlerde belediyelerin değil merkezi iktidarın öne çıkmasının istendiği yolunda bir düşünce de çok yanlış olmaz.

Bu değişimin sosyal politika üzerinde bir etkisi olur mu sorusuna ise, hem hayır hem evet diye yanıt verilebilir. Bir başka deyişle, benimsenen temel politikalarda bir değişim beklenemez; ancak merkezden belediyelere daha fazla kaynak aktarılması ve iş dünyasının devreye sokulmasıyla sosyal harcamalarda bir artış söz konusu olabilir. Yani popülist ve klientalist anlayış değişmez; aksine, bunu güçlendirmek üzere merkezi iktidar söz konusu belediyelere daha “cömert” davranabilir. Ancak, bugünkü gidişat içinde, artan cömertlikten merkezi iktidara daha fazla pay çıkarılması gibi bir politikanın izlenmesi de beklenebilir. Yani, daha fazla çocuğun vakıflar ve dernekler aracılığıyla öğrenim görmesi sağlanabilir; sosyal güvenliği olmayan daha fazla insanın sağlık harcamaları karşılanabilir; belediyelerin yürüttüğü eğitim ve iş programları aracılığıyla daha fazla insan işe yerleştirilebilir; daha fazla insana gıda ve yakacak yardımı yapılabilir; hatta yeni bir sosyal yardım uygulaması da başlatılabilir; mümkün! Örneğin, son olarak torununa bakan büyükannelere aylık ödemesi yolunda bir pilot uygulama başlatılmıştı; en azından bu uygulamanın Türkiye çapında genişlemesi kararını bekleyebiliriz!

Kısacası, genel anlamda da, bu iller bazında da sosyal yardımlar artabilir; başlıca nedenini de, referandumda olduğu gibi kritik çizgiden uzaklaşmak hedefiyle ilişkilendirmek doğru olur. İstanbul ve Ankara’nın önemlerine bağlı olarak buralara daha fazla sosyal yatırım yapılması da mümkün; ancak, bu konularda öne çıkanın belediyelerden çok, merkezi hükümet olmasına da şaşılmaz!

Seçmen "hani milli irade her şeyin üstündeydi" diye sorar mı

Seçilmişleri görevden uzaklaştırma hamlesi, AKP'nin seçimlerde başarısını etkiler mi? İstanbul ve Ankara'da uyguladıkları politikaların başarısızlığı mı AKP'yi bu duruma getirdi?

Seçilmişlerin atanmışlar gibi görevden alınmasının seçimler üzerinde nasıl bir etki yaratacağı konusu oldukça karmaşık. Örneğin demokrasinin toplumsal bir değer olarak benimsendiği bir toplum olsaydık, merkezi hükümetten gelen bu müdahalenin ters tepeceğini, yani AKP’ye olan güvenin ve desteğin gerileyeceğini söyleyebilirdik. En azında, halkın önemli bir kısmının “hani milli irade her şeyin üstündeydi” diye sorması beklenirdi!... Oysa bu konuda ciddi sorunlarımız olduğunu biliyoruz. Ayrıca AKP’nin bu müdahaleyi, çok net olmasa da, FETÖ bağlantıları ve yolsuzluk söylentilerine bağlama gayreti görülüyor ki, bunun, toplumsal desteğin kaybedilmemesiyle ilgili olduğu açık. Bu görevi de, e başta yandaş medya üstlenmiş görünüyor! Kısacası, yaşananlara toplumun en az yarısının tepkisi belli; diğer yarısında ise, bir çözülme olduğundan söz edilse de, bunun boyutları konusunda net bir şey söylemek mümkün değil.

Ayrıca, kanımca, başkanların istifalarının istenmesinin AKP’yi nasıl etkileyeceğinin ötesinde, AKP iktidarının bir bütün olarak “aşındığından” söz etmek daha anlamlı görünmekte. Bu istifaların, aşınmanın üstüne yeni bir çentik attığı da düşünülebilir. Türkiye uzun süredir, kimliğinden rejimine, hak ve özgürlüklerden demokrasiye, hukuktan laikliğe, dünyadaki yerinden komşularla ilişkilerine, farklılıklarından bütünlüğüne uzanan birçok boyutta kargaşa içinde. İçinde bulunduğu durumu şizofrenik olarak nitelendirmek de mümkün. Bunun, muhalif çevrelerin ötesinde, genel anlamda toplumu yorduğu, umutsuzluğunu arttırdığını söylemek de yanlış olmaz. Tabii iktidar olarak bunların farkındalar; bedelini siyasal ve toplumsal muhalefete, dış düşmanlara çıkarmak istedikleri de görülüyor. Ancak toplumun giderek artan bir bölümü artık bu açıklamalarla yetinmez olurken, AKP yanlıları içinde de, kimin ne yaptığını fazla kurcalamasa da, bu kaotik ve düşmanca durumdan çıkma arzusu büyümekte. Kısacası iktidardaki karanlıklar artarken, kuşkular da büyümekte!... Yani, en temel hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk devleti açısından geldiğimiz acınası durumun dışında da insanları rahatsız eden bir şeyler var. Örneğin doğru bilgi edinmenin giderek olanaksızlaşması, bir zamanlar savcı-yargıç olanların şimdi suçlu olup yargılanması, güçlü denilen kişilerin bir var bir yok olabilmesi, kendi içlerinde bunun nedenlerini sormaya, arkasını aramaya kimsenin cesaret edememesi, alışık olduğumuz kitlelerin sessizliğine şimdi bir zaman iktidarda olanların katılması, onları bu kadar pasifize eden nedenin bilinememesi gibi ürkütücü gerçeklikler var ki, AKP’yi destekleyenleri bile etkilemekte.

Dolayısıyla bu çok yönlü olumsuzluk ve karanlıkların iktidarın gücünü ve desteğini aşındırdığını düşünmemek mümkün değil. Bu aşınmanın günahlarını dışarıya yansıtmaya çalışıyorlar ama giderek bu da zorlaşıyor. Bugün, 17-24 Aralık olayı dışında, Paradise Papers, Man Adası, Sarraf Davası gibi iktidarın en tepelerine ulaşan yolsuzluklar ve para kaçırmaların ortaya dökülmesiyle AKP iktidarındaki aşınma da büyümekte. Sonuçta karanlıkların merkezinde “para” olduğu da biliniyor; rant ekonomisinin boyutları konusunda da bilgi eksik değil. Ancak bu bilgileri sokaktaki vatandaşın vicdanı ile cebi arasında ilişki kurarak değerlendirmek gerekmekte ki orada eksiklikler söz konusu. Bunların 17-25 Aralıkta olduğu gibi iktidara dokumadan savuşturulmalarını önlemek için uğraşmak ve yolsuzluklarla ilişkilendirilen paraları Türkiye’deki vergi geliri ve sosyal harcamalarla kıyaslamak, ortaya çıkan tabloyu yoksullukla ilişkilendirmek de oldukça anlamlı görünmekte.

"AKP'de yüzde 50'nin eridiği yolunda kuşkular var"

AKP metal yorgunluğu söylemiyle değişime giderken Atatürkçülüğe doğru bir söylem kayması gerçekleştirdi. Yerel yönetim ve il/ilçe örgütlenmelerinde isim değiştirme metal yorgunlukla tanımlanıyorsa; Atatürkçü söylem mental yorgunluk olarak yorumlanabilir/okunabilir mi?

Açıkçası Atatürk konusundaki sövmelere de, övgülere de bir değer vermek istemediğimden, bu konuyu tartışmayı anlamsız bulmaktayım. Ancak, bugün Atatürk beğenilerine dayanan söylemlerini “mental” yorgunluktan çok, söylem ve uygulamalarının aşınması anlamında “metal” yorgunluğa bağlamak bana daha anlamlı görünmekte. Yukarıda bu aşınmayla ilgili bir kaç noktaya değindim. Ayrıca, AKP, başından buyana siyasal ve toplumsal bir projesi olan, bunu gerçekleştirmek için de pragmatist ve opportunist olmaktan kaçınmayan bir parti. Başlangıçta “muhafazakar demokrat” oldular; AB ile ilişkileri geliştirmek konusunda istekli göründüler; vesayetten söz edip bu vesayeti kaldırmaktan ve ileri demokrasiye geçmekten söz ettiler, vs!... Sonra “dava”dan söz ettiler; “Yeni Türkiye” dediler; “davanın” ne olduğunu tam anlayamadık ama gidişatın bir yandan “din devletine”, öte yandan tüm gücün tel elde topladığı otokratik bir rejime doğru olduğunu görebildik. Bu gidişatı durdurabilecek medya, üniversite, yargı, meslek odaları, sendikalar ve sivil toplum gibi odak noktalarını ya güçsüzleştirmek ya da kendilerine bağlamak gibi bir program-strateji uyguladıkları da ortada.

Toplumla ilişkiler ise, büyük ölçüde, din, muhafazakarlık ve sosyal yardımlar aracılığıyla kurulmakta. Yukarıda değindiğim gibi, toplumda hak ve özgürlükler ile demokrasi değer olarak önemli bir güç kazanamadığından bu araçların istenen sonucu sağlamak açısından uzun süre işe yaradığını da biliyoruz. Bunun için, din kullanıldı; muhafazakarlık kullanıldı; demokrasi ve milli irade kullanıldı; halkçılık kullanıldı; milliyetçilik kullanıldı; yoksulluk kullanıldı; dış düşmanlar kullanıldı, vs... Ancak uyguladıkları program ve stratejinin çelişki ve çatışmaları arttıkça, kullanılan tüm değerler de az ya da çok aşındılar. Örneğin, İslam adına attığı adımlar bazı çevrelerin hoşuna gitse de, inançlı olsa da laiklikten yana olan bazı çevrelerde de kaygılar uyandırdı. FETÖ konusunda kendini temize çıkarma çabası, bazı çevreleri ikna etmeye yetmemeye başladı. Gazeteciler, akademisyenler, aydınlar durmadan tutuklanır veya işlerinden olurken, sesiz çevrelerde bile soru işaretleri ortaya çıktı. Sonuç olarak, AKP iktidarının söylem ve politikalarının tümüyle tükendiğini söyleyemesek de, daha fazla sorgulamaya başlandığı söylenebilir. Atatürk’e bağlılık yönündeki söylem de, bu nedenle, milliyetçi ve muhafazakar çevreleri yanında tutmak için yeni bir “çapa” olarak görülebilir. Geçmişte farklı bir söylemi benimsemiş olduklarını söylemenin de fazla anlamı yok; çünkü, iktidar için her yolun, her aracın mubah olduğu bir siyasal anlayış ve parti var karşımızda.

Sonuç olarak, anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumda ortaya çıktığı gibi, ikiye bölünmüş bir toplum söz konusu; kendilerinden yana görünen yüzde 50’nin eridiği yolunda kuşkuları da var. Bunu önlemek için her yol denenebilir, çünkü, iktidarı kaybetmek yalnız iktidarı kaybetmek anlamı taşımıyor; çok daha ötesi söz konusu!