Nilgün Toker, muhalefetin neyi inşa edeceği konusunda fikir veremediğini söyleyerek “Toplum ona merhem olacak gücü görmek ister. Kötüyü gördük de iyinin ne olduğunun topluma anlatılması lazım” diyor.

Prof. Dr. Nilgün Toker: İyinin ne olduğu halka anlatılmalı

Filiz Gazi

Üst gelir grublarından alt gelir gruplara sokaktaki insanın hiç olmadığı kadar ekonomik politikalara pür dikkat kesildiği bir dönemdeyiz. Yıkıcı ekonomik kriz, seçmen- parti ilişkisini, mevcut siyasal iktidara bakışı yeni bir yere taşıdı. Şu aşamada yurttaş, ideolojik doğrultular dışında bir vaat, fikir görmek istiyor.

Öte yandan değişen toplumsal özellikler de çeşitli tezahürlerle kamuoyunun gündeminde. AKP politikaları bireyin, yurttaş hakları çerçevesinde devlet karşısında konumunun belirsizleştiği, bürokrasiden kurumlara güç dengelerinin tek bir kişinin etrafında şekillendiği ve buna göre gelişen zihniyetin toplumun tüm kesimlerinde görüldüğü bir ülke yarattı.

Toplumsal alışkanlıklar bakımından nasıl bir dönemden geçiyoruz? Muhalafet topluma ne anlatıyor? Hâkim rejimin sonuna geldiği düşünülüyorsa eğer toplum bunun yerine ne koyulacağı konusunda bir fikir sahibi mi? Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesiyken Barış Bildirisi’ne imza attığı için KHK ile ihraç edilen Prof. Dr. Nilgün Toker’i dinliyoruz.

Türkiye yeni bir oluşum içinde mi?

Hangi bakımdan yeni? Bir rejim var tepemizde.

Tepemizdeki rejimin sonu geldi mi? Yerine ne geleceği konusunda öngörüleriniz var mı?

Hiçbir şey kendiliğinden sonuna gelmez. Şu tartışmayı yapabiliriz: Toplum, bu rejimin sona ermesini istiyor mu? Anket sonuçlarından en azından yarısının istediğini anlıyoruz. Bu benim fikrim.

Birarada yaşama kapasitesini epeydir kaybetmiş bir toplumdayız. Yeniden bir toplum olma niteliği kazanmak istiyorsa toplumun bu rejimi istemiyor olması lazım diye düşünüyorum. Burdan bakınca toplumun bu rejimi istemiyor olması lazım. İstemiyorsa bunu açığa vurması lazım. Hangi yollarla? İtiraz yoluyla, siyasal yapılarla şunlarla bunlarla… Ama bu yollar da kapatılmış durumda. Muhalafet elinde sadece seçim varmış gibi davranıyor. Öyle değil, bu yolları açmaya zorlaması gerekiyor. Bu yolları açmaya zorlayanlar var. Baro başkanları, işçi sınıfı Ankara’ya yürüdü. Kadınlar, her şeye rağmen sokaktalar. Sen öyle sessizce seçimi beklersen, bu rejim kendini anında tahkim eder.

İtiraz sadece meclis grup toplantılarında gösterilemez, mümkün değil. CHP, sokak eylemlerinden kaçıyor. Bir noktada fark ettiler ki toplumsal itirazın görünür olması lazım. O yüzden miting yapalım dediler, şimdi ne diyorlar bilmiyorum. Gezi’nin bedelini Gezi’ye katılanlar ödedi, travmasını Gezi’yi seyredenler yaşıyor. Ben de onu anlamıyorum. CHP’nin travması var, Erdoğan’ın var. Şunun var, bunun var… Darbe girişiminin de travmasını yaşıyorlar ama bedelini biz ödüyoruz. Öyle bir tuhaf ülke burası.. Toplumsal itiraz kendini açığa vurmazsa, seçimlerin sonuçlarıyla iktidarın el değiştirmesini nasıl sağlayacaklarını çok merak ediyorum.

iyinin-ne-oldugu-halka-anlatilmali-963164-1.
Prof. Dr. Nilgün Toker

Muhalafetin topluma kendisini anlatabildiğini, fikir verdiğini düşünüyor musunuz?

Toplumu değiştirmek istiyorsanız topluma fikir aktarmalısınız. Muhalefetten nadiren bir fikir çıkıyor. Arasıra parlak bir şeyler yapıyorlar, devamını getiremiyorlar. Çünkü sokaktan korkuyorlar. Aynı fikirde asla değilim ama Meral Akşener toplumla doğrudan temas kuruyor ve o anlamda daha tutarlı da diyebilirim. Erdoğan’ın konuşma tarzı, güçlü ve muktedir olduğunu gösterme tarzı. Acayip bir şeyler yapıyor, iktisattan anlamam ama ortada soygun var herhalde. Ancak Erdoğan’ın gücünü toplum öyle ya da böyle biliyor.

Muhalafetin neyi inşa edecekleri konusunda çok fazla fikir verebildikleri kanaatinde değilim. İktidar olanların değişmesi yoluyla toplum değişmez. Gerçekten demokratik bir toplumsal bir aradalığın peşindeler mi? Bence değiller. Bu adama kızdık, tamam. Sadece o kötü, sen iyisin diye mi seni getireceğiz.Senin iyi olduğunu nereden bileceğiz? Kötüyü gördük de iyinin ne olduğunun topluma anlatılması lazım.

Yoksulluğun çok daha görünür olduğu bir dönemde sınıf siyasetinin öne çıkacağı bugünlerde sıkça dile getiriliyor. Siz nasıl bakıyorsunuz?

Kürt meselesi yoksulluk meselesinden, emekten azade değildi ama ondan da ibaret değildi. Kadınların öldürülmesinin sadece sınıf meselesinden ibaret olmadığını da unutmamamız lazım. Adalet bütüncül bir bakış açısını gerektiren bir mesele. Birinden birini feda etmeden kurulacak bir hak siyasetine ihtiyaç var.

Şunu da unutmamak lazım: Diktatörlükler genellikle yoksullaştırarak güçlenirler, yoksullukla bekâsını sağlarlar. Başta bir soru sormuştun. Bir insan kendi ihtiyacından başkasını düşünemez hale geldiğinde o ihtiyacı kimin karşılayacağını düşünür ve ona rıza gösterir. Ona merhem olacak gücü ister. Az evvel dediğimi burda da söyleyebilirim. Öyle ya da böyle toplum Erdoğan’ın gücünü biliyor. Peki muhalefeti kendine çare görebilecek mi?

Bu 20 yıllık süreçte toplumsal manada en çok ne kaybedildi?

Belli düşmanlar rezervi, yurttaşlıktan çıkarılanlar olsa da, iyi kötü bir yurttaşlık fikri vardı. Hukuka taşınmaya çalışılan bir kavramdı. Bu kavram kaybettirildi. İkincisi kurumlar ortadan kalktı. Kurum dediğiniz, devlet ve birey arasındaki dolayımlardır. Bunu ortadan kaldırdığınızda çıplak devletle karşılaşıyorsunuz. Bireyin çıplak devletle karşılaşması kadar korkunç bir şey yok.

Sıradan insan ne yapacağını bilmek ister. Kurumsal erozyon ve yurttaşlığın kaybıyla yaratılan rejimi ben epeydir ‘belirsizlik rejimi’ olarak tarif ediyorum. Tek belirleyen var, o da tahakküm eden. Tek belirleyicinin diktatoryal yapı olduğu bir hal herkes için belirsizlik ifade eder. Belirsizliğin kendisi şiddettir, olağanüstü yıkıcı bir şeydir. Bunu çok iyi anlamamız lazım.

Habertürk Ankara temsilcisi Muharrem Sarıkaya’nın bir gazeteciye vurduğu görüntüleri izlemişsinizdir. Benzer görüntülere yabancı değiliz. Vali, ilçe başkanları odasına işçiyi çağırıp azarlıyor. Keza Erdoğan’ın yurttaşı azarladığı görüntülere de aşinayız. Siyasal kültür, toplumun şekillenmesinde etkili oluyor mu?

Genellikle mevcut olanı eleştirirken bu topluma kökleşmiş yapıları da görmezden gelme riskimiz var. Ataerkil kültürün tüm kurumlarda devam ettiği, ‘babanın’ hiyerarşik aile düzeni içinde taşıdığı güç ve egemenlik halini her tür ortamdaki otoritenin de taşıdığı bir geleneğimiz var. Bu bir alışkanlıklar sistemi, yeni bir şey değil. Daha önceki iktidarlar da bu zihniyet kalıbını sömürdüler. Süleyman Demirel de babaydı. Erdoğan da baba.

Devletin “baba” olarak görülmesi dolayısıyla devletin özüne ilişkin bize özel bir bakış açısı olabilir mi peki?

İsviçre, Fransa, Almanya yurttaşı kimseyi ana, baba olarak görmez. Çünkü 17. yüzyıldan itibaren çok sert bir kırılma yaşadılar. Toplum, devlet karşısında güçlendirildi ve otonomlaştı. Egemenlik tariflerini değiştiren bir “Batı” oluşmaya başladı. Tabiki ataerkil yapıyı başka yapılarda sürdürdüler ama en azından siyasal egemenlik alanında bunun kırılacağı devrimler yapıldı. Fransız devrimi, İngiliz devrimi… Modernlik dediğimiz şey bu. Egemenlik kaynağının toplum olduğuna dair sözleşmeler yaşandı. Önemli bir şey bu. Türkiye’de ise yaşanan şey ise modernleşme sıkıntısı.

Cumhuriyet’te bu kırılma yaşanmadı mı?

Egemenlik kaynağının değiştirildiği Cumhuriyet, modern toplum yaratmada tümüyle başarısız oldu demek istemem. Modernleşmeyi kurumsal alanda sağladığını söyleyebiliriz ama toplumsal zihniyet dediğimiz alana yerleşemediği açık. Hala modern olmayan öğelerle çalışan bir siyasal alanımız var.

MODERNLEŞME SIKINTISI YAŞIYORUZ

Her yaşanan ilk kez bu derece kötü ve bu haliyle geçmişten farklı şiddette görünüyor.

Senin imâ ettiğin şey doğru. Kapitalizmin yeni formu neoliberalizmin hüküm sürdüğü zamanlardayız. Neoliberalizm modernliği zorunlu kılan, talep eden bir ideoloji değil. Mevcut olanın sürdürülmesine de itiraz eden bir ideoloji değil. Neoliberalizmi, liberalizmden ayıran en önemli şeylerden biri bu. Neoliberalizm, modernleşme içerisinde kendisini sürekli koruyan kalıcı yapılarla -din gibi- daha çok çalışan bir ideoloji. Kapitalizmin işleyiş tarzlarına adaptasyonu da kolaylaştıran bir şey bu. Japon tipi fabrikada sabahları jimnastik yapılması, sendikasızlaştırma gibi… Muhafazakar alışkanlıklar sistemini savunması da ondan. O yüzden tüm dünyada ailenin merkeze yerleştiği siyasal yapı yükselişte.

Cumhuriyetle tam anlamıyla modern bir yapı kurulamadı dediniz. Buna rağmen her daim sorulan bir soru var: Toplum nerde? Niçin isyan etmiyor insanlar? Bu soruyu anlamlı buluyor musunuz?

Dediğin doğru. Şöyle anladım: Devletten bağımsız bir toplum olma kapasitesi kazanabildi mi diye soruyorsun. Modernizm öncesi her yerde aynı zamanda bıçakla kesilmiş gibi gerçekleşmedi. Bir süreç meselesi, arkasında feodalizm tasviye edildi. Sadece devlet içindeki elitlerin tesis ettiği bir dönüşümden bahsetmiyoruz. Farklı toplumsal kesimlerin itirazı ya da katılımı ile gerçekleşmiş dönüşümler yaşandı. Sonuçta İngiltere’deki dönüşüm bir burjuvazi hareketidir. Burjuvazi o zaman egemen değildi. O dönüşümden sonra egemen oldu. Burjuvazi dediğimiz sermaye sahipleri, mülkiyetin hakkını talep ettiler. Benzer bir şey Fransa için geçerli. Buradaki kritik mesele şu: İngiltere, Fransa gibi modernleşme türlerinde bir sözleşme kırılımı var. Cumhuriyet kendisini bir sözleşme ile tarif edecek bir tarihsel an değildir. Alman Cumhuriyeti de değildir. Biz devlet elitleri içerisinde bir sistem değişikliği yaşamış ülkeleriz. Yani bir toplumsal sözleşme aracılığıyla sistem değişmedi. Sözleşme derken, birileri oturup sözleşme yazmış olmuyor, bunun için bir kavga veriliyor. Bizde ise devletin devamı için ihtiyaç duyulmuş bir cumhuriyet var. Devlet kendi milletini yaratarak bir modern toplum yaratmaya çalıştı. Bunun bir kısmında başarılı olduğu kanaatindeyim.

Başarısız olunan yerde ne sağlanamadı?

Toplumsal alışkanlıkları otoriter bir modern devletin kontrol ederek değiştirme iddiası başarısızlığa biraz mahkûmdur. Yasaklama, kontrol etme yoluyla dönüşme sağlayamazsınız. Mesela tarikatları yasaklayıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuruyorsun ve sünni Müslüman bir din yorumunu toplumun amalgamı olarak tarif ediyorsun. Böylece aslında diğerleri arasında bir hiyerarşi oluşturuyorsun. Bu şekil devlet, dinden tümüyle bağımsızlaşmış olmadı. Yine başka örnek: Memleketin batısında modernleşme yaratırken, doğusunda feodalizmi tasviye etmemeyi tercih ediyorsun. Orayı ağalar yoluyla kontrol etmeyi seçiyorsun.

‘ENTELEKTÜELLERİN MUHATABI YOK’

Entelektüellerin olumlu anlamda etkisi yetersiz miydi? Ya da şimdi yeterince dahil olabiliyorlar mı?

Böyle dersek haksızlık etmiş oluruz. Her zaman güçlü bir eleştiri sunan entellektüelleri oldu bu toplumun ve ağır bedelller ödediler. Zor koşullarda sorumluluk üstlendiler. Açlık grevlerinde, cezaevi operasyonlarında, Kürt meselesinde…

Türkiye’de devletin zulmünü görme kapasitesine sahip entelektüel figürün varlığı meselesi olduğunu düşünmüyorum, hep var oldu. Entelektüel figürü dinleme kapasitesiyle ilgili bir sorun var. Entelektüel kime konuşur? Topluma, kamuya ve devlete konuşur. Kamusal alanın tümüyle ortadan kaldırıldığı zamanlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla entelektüellerin muhatabı yok.

Ülke tarihinin en büyük entelektüel hareketi, Barış için Akademisyenler eylemidir denilebilir. Entelektüel herkes adına konuşmayı seçen kişidir. Herkes adına konuşabilmesi için herkese dahil bir zihinsel genişliğe sahip olması gerekir. Her biliminsanı entelektüel değildir, tarih öyle göstermedi, ben mecburi olduğunu da düşünmüyorum. Ama topluma dair bilgi üretmiş kişinin konuşmamasını topluma karşı sorumsuzluk olduğunu düşünürüm. Biliminsanının sorumsuzluğunu da tartışabiliriz. Dilovası’ndaki zehirli atıkların insanları hastalandırdığını keşfeden Onur Hamzaoğlu bunu topluma söylemezse sorumsuz olur. Söylemeyi seçtiği anda da entelektüel olur. O ikincisini tercih etti.

Sorumluluk, vicdan… Bu kavramlar üzerine yazıp çiziyorsunuz. Kapitalist düzen içinde, yaşama uğraşı bu derece sertken sorumluluk duygusunun gelişme ihtimali var mı?

Bu konuda Marx’a katılırım. Kapital’in yazıldığı zamanlar tarihin en ağır yaşam koşullarına tanık olduğu dönemler… Ağır zamanlar, insanı bir odaya kapanmayı meşru gösterecek ortamlardır. Ne yapabilirim, kendi hayatımı ancak sürdürüyorum, dışarıdaki koşullar böyleyken… Bir insanın kendi yaşamını sürdürmeye odaklı hale gelmesi bir niteliğinden vazgeçmesi demektir. İnsan olmak, organik varlılığımızı sürdürmekten ibaret değil, sosyal ve kültürel bir varoluştur aslında. İnsan değer üreten varlıktır. Aynı zamanda bu değerleriyle ilişki üreten varlıktır. Koşulların ağırlaşması diğerini görme kapasitesini daha fazla artırması lazım.

Söylediğin şeyi anladım. Derin yoksulluğa, zulme mahkûm olmuş insanların bu zulüm ve yoksulluktan kafalarını kaldırıp diğerlerini görmeleri mümkün olmuyorsa eğer sorumluluk burda o duruma mahkum olanları görme kapasitesine sahip olan diğerlerindedir.

Tam burda politik duyu niçin önemli?

Kafasını kaldıramama halleri bizi daha sorumlu yapıyor. Senin politik duyu dediğin, benim bir arada yaşama bilinci dediğim şey… İnsan olmanın değeri sadece bana ait bir şey değil, biz kendi başımıza insan kalamayız.