Prof. Dr. Sancar: Diyanet birçok şeyde baş aktör
Laiklik, kadın hakları ve Diyanet’in yetki alanını değerlendiren Prof. Dr. Sancar, “Diyanet’in kadın hakları gibi her politikada baş aktör haline gelmiş olması yepyeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor” diyor.
Yasin DURAK
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumsal yaşamla ilgili olmayan konularda sık sık açıklama yapması ve müdahalelerde bulunması, laiklik tartışmalarının odağındaki yerini koruyor.
Kadın haklarını koruma ve erkek şiddetini önlemeyi amaçlayan ulusal eylem planlarında da görevlendirilen Diyanet’e ilişkin değerlendirme yapan Prof. Dr. Serpil Sancar ile konuştuk. Kadın haklarını ve aile değerlerini korumanın dinle Diyanet’in normal bir görevi gibi algılanmaya başladığına dikkat çeken Sancar, “Artık laikliğin ‘aşılması gereken bir engel’ olarak görülmesi ile kadın haklarının korunması konusunda bir sürü mesele kadın hareketinin önüne bir yumak olmuş durumda” diyor.
Laiklik ve kadın hareketinin gündemi kesişiyor mu?
Geçmişte Türkiye’de laikliğin çok da doğru biçimde tartışılıp anlaşıldığını söyleyemeyiz. Çünkü laikliğin başörtüsü yasaklarına indirgenerek tartışıldığı uzun bir dönem yaşadık. Bu sürecin siyasi kısırlığı ve apolitikliği ciddi sorunlara yol açtı. Bu durum Türkiye’de, AKP iktidarının ilk döneminin ardından, siyasi müttefiklerini değiştirerek İslamcı, selefi ve radikal dini kesimlerin yanaşması ile gündeme geldi. Bunun da kamuoyuna sunulan gerekçesi başörtüsü tartışması oldu.
Bu sürecin önemli aktörü haline gelen Siyasal İslam, dünyada ve Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili arkaik bir tutum takınarak kadınların bedensel, cinsel ve doğurganlık haklarının aslında vazgeçilemez bireysel haklar olduğunu reddediyor. Cinsel haklar deyince, evlilik içi ve dışı ilişki, evlenme, boşanma, kürtaj, çocuk doğuma/doğurmama, eşcinsellik, LGBTİ+ birey hakları gibi meselelerde kadınların bireysel karar verme haklarından bahsediyoruz. Bu konularda kendine İslamcı diyen kadınlar da gayet açık ve net bir tavır takınıyorlar, ‘Evlilik dışı hiçbir ilişki ve kürtaj olamaz’ diyorlar. Cinsel ilişkilerin de bireysel bir tercih konusu değil, bir nikâh ile topluma açıklanması gereken bir sosyal sorumluluk meselesi olduğunu söylüyorlar. Feministler ise kadınların en temel hak ihlallerini bedensel/cinsel haklar ve doğurganlık konularında yaşadıklarını belirterek İslamcı bakış açısını bu konularda karar verme haklarının kadınların ellerinden alınması çabası olarak tanımlıyorlar. Kürtaj, evlilik dışı doğan çocukların nesebi, “zina suçu”, LGBTİ+ bireylerin cinsel hakları gibi konularda ciddi bir gerilim söz konusu. Kadınların sadece aile ilişkileri ile birlikte, anne, eş ve mazbut dindarlar olarak ele alınması isteniyor. Bunun dışında kadın hakları ve cinsiyet eşitliği savunulmuyor. İslamcı anlayışa göre bu durumların dine aykırı diye reddedilmesi, cezalandırılması gerekiyor. İslamcı feminist kadınların bir kısmı bu konularda kadınların bireysel kararlarının belirleyici olacağını düşünüyor ama bu görüşlerin azınlıkta kaldığı açık. Öte yandan feminist ve İslamcı kadınlar arasında, kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi gibi konularda zaman içinde geniş bir uzlaşma da oluştuğunu da söylemek gerekir.
Prof. Dr. Serpil Sancar
Laiklik ile kadın hakları neden bu kadar iç içe tartışıldı?
Geçtiğimiz yüzyıl kapanırken siyasal İslam (hem Sünni hem İran’daki Şii İslam bağlamında) küresel bir siyasal hareket olarak güçlendi ve yayıldı. Bu güçlenme, modernlik adına dini aktörler ve sembollerden arındırılmış laik kamusal mekânların yeniden dindarlaştırılmasını hedefledi ve bu amaçla örtülü Müslüman kadın imgesinin kamusal alanda görünürlüğünü ve bu imgeyi siyasallaştırarak güçlendi. Son yirmi yılda siyasal İslam toplumsal gücünü ve etkinliğini göstermek, kamusal görünürlüğünü meşrulaştırmak için dindar kadın bedeni formlarını ve başörtüsü serbestliğini temel siyasal hedefi haline getirdi. Diğer deyişle, siyasal İslam kadın bedenini kamusal alanda örtünmüş olarak göstererek, örtülü kadınları görünür kılarak, İslami kurallara uygun yaşayan ve konuşan kadınları sembol yaparak, dini yaşam tarzlarını ve dini görüşleri kadınlar aracılığıyla görünür kılarak kamusal meşruluk yarattı. Bu süreçte Türkiye’de en önemli değişim, ‘kadın haklarını ve aile değerlerini koruma’nın dinin ve Diyanet’in normal bir göreviymiş gibi algılanmaya başlanması oldu.
Dinin aktörleri, söylemleri, kurumları ve talepleri ile kamusal görünürlük kazanması laiklikle ilgili ciddi sorunlar yarattı. Aslında örtünmüş kadın bedeninin kamusal görünürlüğü bir yandan engellenemez bireysel bir haktır elbette; ama aynı zamanda, kamusal alanın ‘eşit katılım ve eşit eleştiri hakkı’na dayalı temel normu gereği, üstün ve ‘kutsal’ olanın dindışı ile nasıl yan yana ve eşit olacağı meselesi ortaya çıkmaktadır. Yani bu durumda kamusal alanda dini ve din-dışı olanın nasıl yan yana ve eşit kamusal statü ile var olabilmesi koşullarının sağlanması gerekir. Ama bu konuda laiklik ilkesinin nasıl sağlanacağı bir norma bağlanmadan bu süreç yaşandı. Bu belirsizlik kamusal alanlarda ‘dini-kutsal’ olanın ‘dindışı’ olana üstünlüğü ile sonuçlandı.
Türkiye’de laikliğin tartışılması başörtüsü yasağı ile nasıl ilişkilendi?
Türkiye’de laikliğin başörtüsü yasakları ile özdeştirilerek ele alınması laiklik tartışmaları ile kadın hakları meselelerini iç içe geçirdi. Bu durum laikliğin, kadınların giyimlerine karışan otoriter bir siyasal rejimin bileşeniymiş gibi kodlanmasına yol açtı. Öte yandan başörtüsü serbestliğini talep eden İslami siyasi hareket de bir sivil toplum oluşumu olarak ortaya çıkamadı maalesef. Türkiye’de, özellikle Sünni İslam içinden gelen her talep, devletin kurumları ve iktidardaki siyasal kadroların icazeti ile var olabildiğinden, devletin maaşlı memurları tarafından desteklenen bir sivillik olamayacağından, otoriter tarzlara mahkûm oldu. Aslında başörtüsü yasaklarına karşı üniversite kampüslerinde gelişen protestolar ve 28 Şubat döneminde başörtülü diye işten atılan, öğrencilik hakkı elinden alınan kadınların hak mücadeleleri bu sürecin asıl özneleriydi. Ama o dönemde bu konu sanki herhangi bir liberal demokratik Batı ülkesinde bir sivil haklar hareketiymiş gibi tanıtıldı. Sanki devlet, Sünni dini aktörler, mezhebi yapılar, dini örgütler karşısında tamamen bağımsız, tarafsızmış gibi davranıldı; devlet hukuken her tür din ve inanç özgürlüğünün garantisi gibi gösterildi. Oysaki Sünni dini aktörler, kurumlar ve örgütler hiç de devletten bağımsız olabilecek durumda değildi. Çok küçük bir azınlık kesim dışında devlet adına yönetilmekten azade değillerdi. Kadınların başörtüsü serbestisi talebinin bir ayağı devlette ve güçlü dini kurumların desteğinde, diğer ayağı ise başörtüsü yasağından mağdur olan kadınların yaşadığı hak ihlallerindeydi. Bu nedenle başörtüsü serbestliğinin ne kadar bir sivil hak talebi haline geldiği tartışma götürür bir konu. Ama elbette bu durum tamamıyla, örtündüğü için hak ihlaline uğrayan kadınların mağduriyetini ve onların gücünü aşan bir süreç olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çoğu zaman örtülü kadın grupları dindar erkeklerin, dini örgüt ve partilerin bu konuya müdahale etmesini, rol çalmasını istemediler. Bu durum elbette başörtüsü yasaklarını savunanları haklı kılamazdı ama başörtüsü serbestliği talebinin devlet içindeki elini de gizlemeye yetmedi. Süreçte Diyanet’in, kamu fonlarından destek alan birtakım dini vakıfların ve çevrelerin bu süreçte belirleyici olduğunu gördük. Dolayısıyla biz başörtüsü ile ilgili siyasal harekete tipik olarak sivil haklar hareketi diyemeyiz.
Başörtüsü serbestliği temel bir kadın hakkının korunması mıydı?
Sivil yaşamda başörtüsü yasağının kalkması ise ciddi bir rahatla yarattı. Sorun sadece başörtüsü değildi elbette. Başörtüsü yasaklarına karşı gelişen siyasal mücadelenin demokrasinin kazanımı olması beklenirken, süreç tersine döndü ve laikliğe karşı, otoriter dini siyasetin gösterenine dönüştü. Sonuçta başörtüsü serbestliği gerçekleşti. Bu kez de örtünen kadınların, sırf siyasal görünürlük adına, liyakat ilkesine dikkat etmeksizin, üst düzey devlet görevlerine getirilmesi bir başka yanlış adım oldu. Devletin egemenlik hakkı kullanılarak yürütülen devlet görevlerinde (asker, polis, hâkim, savcı, öğretmen, vb.) kendilerine uygun görülen kıyafet dışında bir giyim, ‘kamu hizmetinin tarafsızlığı ilkesi’ gereğince uygun değilken, liyakate bakılmaksızın örtülü hâkim, savcı, polis, asker atanmaya başlandı. Bu durum bir ‘fetih ve ele geçirme’ edasıyla gerçekleştirildi.
Otoriter laikliğin yenilgisinin yarattığı boşluktan yararlanan AKP hükümeti, kamusal alanda giderek artan ölçüde siyasi meseleleri din ile meşrulaştırmaya yöneldi. Camilerin ve cuma namazlarının politikleşmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinle ilgisiz alanlara el atması, ilahiyatçıların ve imamların her tür siyasi konuda kamuoyu önünde yorumlar yapmaya başlaması sıradan hale geldi. Din adına, dini kutsalları ileri sürerek, kamusal alanlarda üstünlük ve kutsallık iddiası ile toplumsal tartışmaları bastırmaya çalışanlar meşru görülmeye başlandı. Siyasi muhalefet partileri bu gelişmelere laiklik adına karşı çıkacaklarına, AKP ile rekabet etmek adına, hukuki ve anayasal gerekçeleri bir tarafa bırakarak, zaman zaman benzer dini referanslar kullanarak siyaset yapmaya başladı. Muhalefetin muhafazakâr ve dindarlardan siyasi destek sağlama hedefi kamusal alanda dini aktörlerin meşruluk alanını genişletti. 2010 yılından sonra Diyanet’in yasasında değişiklik yapılarak kuruma, kadını ve aileyi koruma amacıyla dini rehberlik yapma görevi verildi. Diyanet, bu yeni misyonunu ülke çapında 400’den fazla Aile Dini Rehberlik Bürosu kurarak, binlerce kadına aile ile ilgili dini yorumlar ve tavsiyeler ileterek, yerine getirmeye başladı. Böylece Diyanet, Medeni Yasa ile düzenlenen alanlarda (zaman zaman yasa hükümleriyle çelişir şekilde) faaliyet göstermeye başladı. Diyanet, kadın haklarını koruma ve erkek şiddetini önlemeyi amaçlayan ulusal eylem planlarında, sorumlu kamu kurumu olarak görevlendirilmiş beş icracı kurumdan biri (İçişleri, Adalet, Sağlık, Milli Eğitim ve Aile bakanlıkları) haline geldi.
Başörtüsü serbestliği ile temel bir kadın hakları ihlali alanı ortadan kalkmış oldu mu?
Bunlar olurken öte yandan, farklı çevrelerde ‘mahalle baskısı’ olarak tanımlanan, aslında başını örtmek istemeyen ama çevreye yabancı kalmamak için başını örtmek zorunda kalan kadınların ‘başını örtmeme özgürlüğünün’ nasıl savunulacağı hiç dile getirilemedi. Örtünen kadınlar, örtünmek istemeyen, başını açmak isteyen kadınlar için bir mücadele vermediler. Örneğin imam hatip okullarında başörtüsünün nerdeyse bir forma gibi zorunlu hale gelmesine kimse karşı çıkmadı. Sonuçta laiklik meselesi, çok dar bir şekilde, Atatürkçü çevrelerinin başörtüsüne izin vermeme meselesine indirgendi ve o zaman da feministler başörtülü kadınların bu kadar açık bir şekilde dışlanmasına karşı çıktılar. Ama feministler de başörtüsü serbestliği yanı sıra örtünmeme özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü beraber nasıl savunacaklarını çok açık ve net bir şekilde tanımlayamadılar. Feministler de tavrı büyük ölçüde başörtüsü serbestliği adına çok şeyin tersine çevrilmesi karşısında etkili bir eleştiri ve politik muhalefet örgütleyemediler.
Bugün ise konuşmamız gereken şey ‘din adına kadınların başına ne geliyor ve ne gelecek’ olmalı. Çünkü artık laikliğin ‘aşılması gereken bir engel’ olarak görülmesi ile kadın haklarının korunması konusunda bir sürü mesele kadın hareketinin önüne bir yumak olmuş durumda. İstanbul Sözleşmesi feshedildi ama bu bir eşiğin atlanmasıydı aslında. Gerekçe olarak LGBTİ+ bireylerin haklarının Batı tarafından dayatıldığı gösterildi. Bunun yanı sıra örtünmek istemeyen kadınların korunmaması, müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi, 18 yaşından küçük insanlara nikâh kıyan imamların cezalandırılmaması, Diyanet’in artık kadın hakları ve ailenin korunması adı altında tanımlanan her politikada baş aktör haline gelmiş olması gibi konular yepyeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. Artık bugün başörtüsüne karşı eleştirel görüşler ileri sürmek, dini kutsallara hakaret etmek ile eşanlamlı oldu.
Bu süreçte ‘laiklik’ ne oldu?
Geçmişe bugünden bakıldığında bir devlet tipi ve siyasal rejim olarak laikliğin nasıl anlaşıldığı zaman zaman değişse de sorun yaratan esas mesele kamusal alanda devletin egemenlik yetkisini kullanan kişilerin görevlerini yaparken kullandıkları dini meşruluk referanslarının ya da siyasi söylemlerin hukuki statüsünün ne olduğudur. Kamusal alanda bütün vatandaşların eşitliği ilkesi çerçevesinde herkesin siyasi eleştiri hakkı vardır. Ama sivil bir siyasi aktörün karşısında devlet adına konuşan (asker, polis, bakan, hâkim, savcı, üst bürokrat gibi) kişinin dini kutsalları referans göstererek görev yapması, eleştiri hakkını ve eşitlik ilkesini tamamen işlevsiz hale getirir; bu nedenle de laikliğe aykırıdır. Çünkü kamusal alanda eşit katılım ve eleştiri hakkı varken dini kutsala referansla konuşan bir kişinin tartışılmaz üstün konumda olacağı açıktır. Bu nedenle kamusal alanda dini aktörler ve dini referansların laiklik ilkesi ile bağdaşması çok özel koşulların varlığına bağlıdır; ya dini kutsallara bir dokunulmazlık ve üstünlük atfedilmez ve dini olmayan aktörler ve referanslarla eşit statüde olması kabul edilir. Ya da dini içerik ve aktörlerin sadece sivil toplumda ve özel alanlarda serbest olması ilkesi kabul edilir. Yani demokratik bir kamusal alanın laikliği, eğer dini aktörlere ve referanslara açık olacaksa, dini olan ve olmayanın eşitliği kabul edilmelidir. Laikliğin Türkiye’de son yirmi yıldaki temel meselesi bu olduğu halde, laiklik ihlalleri, yanlış olarak, kadınların örtünmesine indirgenerek tartışıldı. Başörtüsünü kamusal alanlarda yasaklanması laiklik şartmış gibi gösterildi. Bu yanlış ilişkilendirme hem bunu savunan ‘Atatürkçü’ kesimleri hem de laikliği yenilgiye uğrattı.
Laikliğin tanımı nasıl yapılmalı o zaman?
Aslında Türkiye’de, devletin Sünni İslam dinini yönetme yetkisi tartışılmadan laikliğin tartışılması anlamsız. Türkiye’de devletin, Sünni İslam’a dayalı dini inancı, eğitimi, ibadeti ve yorum yetkisini tekelinde tutması; bu alanla ilişkili başka dini girişimlerin ortaya çıkmasına izin vermemesinin nasıl bir laiklik olduğunu anlamak çok zor. Türkiye’de devletin, Diyanet aracığıyla düzenlediği Sünni İslam inancı dışındaki diğer Sünni yorumları ve diğer mezhep ve dinleri görmezden gelmesi, dışlaması, yok sayması ve risk algıladığında bastırarak yok etmesi; bazılarının sadece sivil toplumda görünürlüğüne izin vermesi (Aleviler gibi) söz konusu.
Oysaki laiklik, her tür dini aktör, kurum ve inanç ile devletin, karşılıklı olarak bağımsızlığı anlamına gelir. Bunun çok farklı pratikleri, farklı deneyimlenme biçimleri var. Ama hepsi, eninde sonunda, dini kutsalların, dini inançların, dini aktörlerin ya kamusal alandan sivil alana çekilmeleri, ya da kamusal alanda ayrıcalıklı ve üstün bir konumda olamamalarını gerektirir. Yani ‘demokratik kamusal alanda’ dini aktörler meşru olacaksa, diğer politik aktörler kadar ‘eşit’ olmak zorundadırlar. Yani ‘kamusalda çoklardan biri’ olabilmeleri gerekiyor. Bence laikliğin tanımı bu.