Prof. Dr. Taner Timur’la yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü dün yayımladık. İlk günde, 31 Mart seçimlerinin rejimi daha istikrarsız bir rotaya sürükleyeceğinin altını çizen Taner Hoca, solun bir faşizm tehlikesi varsa, buna göre tutum alması ve kendini marjinal bir noktaya sürüklememesi gerektiğini belirtti. Söyleşimizin ikinci gününde ise AKP ile MHP arasındaki ittifaka, iktidarın kriz yönetme seçeneklerine, […]

Prof. Dr. Timur’dan, AKP-MHP ittifakına dair dikkat çekici analizler: MHP, saf değişikliği ihtimalini elde tutuyor

Prof. Dr. Taner Timur’la yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü dün yayımladık. İlk günde, 31 Mart seçimlerinin rejimi daha istikrarsız bir rotaya sürükleyeceğinin altını çizen Taner Hoca, solun bir faşizm tehlikesi varsa, buna göre tutum alması ve kendini marjinal bir noktaya sürüklememesi gerektiğini belirtti.

Söyleşimizin ikinci gününde ise AKP ile MHP arasındaki ittifaka, iktidarın kriz yönetme seçeneklerine, devlet-sermaye ilişkisine ve çokça konuşulan ‘yeni sağ parti’ meselesine yoğunlaştık. Taner hocanın özellikle Cumhur İttifakı’na dair yaptığı tespitler dikkat çekici…

beka söylemi, ilerleyen süreçte daha da işlenecek

• Seçimde beka söyleminin esas katkıyı MHP’ye yaptığı yönünde kimi görüşler var. Buna ne dersiniz? Bir de “Bekaya seçmen inanmadı” görüşüne karşılık, “Hiç işe yaramadığı söylenemez, AKP’den daha büyük kopmaları engelledi” gibi yaklaşımlar da dillendiriliyor…

Ben ikinci yorumdan yanayım. Beka söylemi insanları korkuttu. Hatta buna kısmen ulusalcı olarak tanımlanan kesim de dahil… Daha önce laiklik, otoriter gidiş gibi gerekçelerle AKP’ye hiç oy vermemiş, fakat en büyük tehlike olarak ‘ülkenin bölünmesini’ görenler bunlar, daha çok… Bu beka söylemi bir korkuluk gibi önümüzdeki dönemde daha çok işleneceğe benziyor. Çünkü bu son yıllarda dış politika, iç politikayı her gün biraz daha belirlemeye başladı.

MHP kısmına gelince, oylar ortada. AKP ile MHP’yi karşılaştıralım, AKP’nin oyu yüzde 44, öbürünün yüzde 7. Bu oranlarda iki tarafın da öbüründen almış olduğu oylar var. Ama biri pek azalmamış, öbürü çok azalmış. Şimdi nasıl beka söylemi MHP’ye yaramış olabilir ki? Daha fazla belediyenin kazanılması tek başına bir ölçüt olamaz; ancak yerel özelliklerle ve seçim sosyolojisi ile açıklanabilecek bazı özel durumların sonucu olabilir. Dolayısıyla beka söyleminin MHP’nin lehine işlediği tezine katılmıyorum. Başka bakımlardan bu koalisyon MHP’nin lehine işliyor; orası doğru. MHP’nin Türkçü ve şoven milliyetçiliği, giderek Erdoğan’ın söyleminin de önemli bir parçası haline geldi.

Bir de şu var. MHP iktidara “Biz sizden bir şey istemiyoruz” diyor; bakanlık teklif ediyorlar, olumlu yaklaşmıyor; mesafeli duruyor. Bu ne demek? Belki de her an saf değiştirme ve muhalefete geçme olanağını elinde bulundurmak istiyorlar.

MHP’NİN BU KADAR HESAPSIZ OLACAĞINI HİÇ DÜŞÜNMÜYORUM

• Tam bu noktada, sizin de bazı yazılarınızda üstünde durduğunuz, ‘rabia-bozkurt’ ittifakının geleceği nasıl görünüyor? Çokça anlatılan, Nihal Atsız-Necip Fazıl Kısakürek ilişkisine benzeyebilir mi?

Şimdi kendileri “Sıkı sıkıya beraberiz, birlik devam edecek” diye mesajlar veriyorlar. Ama ekonomik durum kötüleştikçe, AKP hırçınlaştıkça, ya MHP’ye daha çok muhtaç olacak ya da… MHP’nin bürokraside, ordu, emniyet gibi kritik noktalarda giderek güçlenme türünden bir politikası da olabilir. MHP’nin hiçbir şey almadığı ve seçimlerde oyları da patlama yapmadığı halde bu kadar hararetle AKP’ye destek olması ilginç. Bu kadar hesapsız olacaklarını hiç düşünmüyorum. Ben ‘Büyük Türkiye’ ve ‘ulusal beka’ gibi söylemlerin arkasında, daha çok ‘partizan beka’ kaygılarının yattığı fikrindeyim.

• MHP sayısal olarak elindeki belediyelerin sayısını artırdı ama aslında niteliksel olarak kaybı var. Bayburt, Erzincan ve Çankırı gibi yerleri kazansa da, Adana ve Mersin gibi iki önemli merkezi kaybetti. MHP’deki bu değişim, partinin AKP tabanına daha yoğun şekilde seslenmeye başladığı anlamına geliyor olabilir mi? Ya da AKP seçmeni için daha cazip bir alternatif haline geldiği öne sürülebilir mi?

Olabilir. Yeni belediyeler kazandı, ancak genel toplamda İyi Parti’den daha az oy almış olması bence partinin geleceği açısından daha da önemli. Siz ne dersiniz?

• Güven Gürkan Öztan: MHP, AKP’ye muhalif olduğu zamanki seküler seçmenini İyi Parti’ye ve CHP’ye kaptırmış gibi görünüyor.

Tabii, İyi Parti’nin aldığı oyların içinde CHP’li oylar da olabilir ama ne olursa olsun, yabana atılacak bir oy değil aldıkları.

ERDOĞAN’IN YUMuŞAMA İHTİMALİ ÇOK ZAYIF

• TÜSİAD’ın seçim sonrasında yaptığı açıklama ve Erdoğan’ın “Reform zamanı” mesajı birbirine paralel çıkışlar mı? Önümüzdeki süreçte sermaye sınıfıyla devlet arasındaki ilişkide nasıl bir seyir öngörüyorsunuz?

İktidarın normalleşmesi veya baskıyı artırması, kendi içlerinde bir sorun. Çünkü dikkat ederseniz, İstanbul’da bile Binali Yıldırım’la Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tonları ve tarzları çok farklı oldu. Bu sadece Yıldırım ve Erdoğan arasında değil, havuz medyasını da katarak söylüyorum, AKP’nin bütünü için geçerli. Ama her şey Erdoğan’a bağlı olduğu ve sonunda bütün kararları Erdoğan aldığı için onun dediği geçerli. Ben yumuşayacağını sanmıyorum. Görünüşe göre Erdoğan “Pedalları çevirmeyi bırakırsam düşerim” mantığını benimsiyor. Şimdiye kadar hep bunu yaptı ve bu yöntem “kurtarıcı” oldu. Erdoğan’ın siyasi tarih kültürü parlak değil, ama siyasi içgüdüleri, iktidar dürtüsü çok parlak. İktidarını sarsacak durumlarda güçlü bir koku alma yeteneği var.

TÜSİAD’a gelince, onlar Türk ekonomisinin devleri. Dış ticaret açısından AB’ye, para politikası bakımından da ABD’ye bağımlılar. Bu yüzden en çok istedikleri şey de Amerika ve Avrupa ile iyi geçinme. Ne zaman Batı ile bir yakınlaşma olsa borsa yükseliyor, dolar düşüyor. Ne var ki bu konuda umutlu olduklarını hiç sanmıyorum; ama bu temennilerini dillendirmek zorundalar. Bunu da bugünkü şartlarda ancak kısık sesle yapabiliyorlar. Bir zamanlar Ecevit’e yaptıkları gibi kükreyemiyorlar. Bakınız, TÜSİAD’ın başkanlığına da adı sanı pek bilinmeyen biri geldi (Simone Kaslowski). Bu ne demek? Normal koşullarda böyle bir mevki için rekabet ve çekişme yaşanırdı. Anlaşılan bugünlerde büyük markalar şimşekleri üzerlerine çekmek istemiyorlar.

• GGÖ: Sermayenin yeni bir aktör aradığından söz ediliyor. Diğer taraftan da Ahmet Davutoğlu ile Ali Babacan yeni bir parti kurar mı kurmaz mı tartışması var. Sizce 31 Mart seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, sahada yeni bir aktörün çıkmasını tetikler mi? Ya da Türkiye siyasetinin ihtiyacı bu mu?

GÜL ve DAVUTOĞLU SİYASİ BİR ÇIKIŞ YAPAMAZ

Yeni bir oluşum ortaya çıkabilir ama bana göre Türkiye siyasetinin ihtiyacı burada değil. Ne Abdullah Gül’ün ne de Davutoğlu’nun yeni bir çıkış yapabileceği kanısındayım. Onlara tarihi bir şans çıkmıştı ama kullanamadılar. Siyaset öyle bir şey ki, günü gününe yapılıyor ve önünüze çıkan fırsatı anında yakalayamazsınız olay bitmiş oluyor. İtibarınızı kaybediyor, inanılır olmaktan çıkıyor, giderek siyasi mevta haline geliyorsunuz. Örneğin Abdullah Gül ilk başta böyle bir potansiyel yakaladığında, Erdoğan’a bağlı medyanın ağır saldırılarına uğradı. İşte Gül tam bu sırada meydana çıkıp gürleseydi, onun yeri şu an bambaşka olabilirdi. Muhafazakâr sağ için bir alternatif haline gelirdi. Demokratik cephede de destek bulurdu. Ama sustu; ihanet suçlamalarına sessiz kaldı; Kongrelere, Erdoğan’ın toplantılarına katıldı. Kritik anlarda böyle düşük profille hareket eden bir insanın, daha sonra lider pozlarıyla kitleleri sürüklemesi çok zor.

Kriz durumlarında hiç bilinmeyen ya da beklenmeyen akım ve insanlar öne çıkıyor. İtalya’da Beş Yıldız ve Kuzey Ligi; Fransa’da Macron; İngiltere’de May gibi. Trump da bu dalganın son halkası oldu. Demokratik kültürün gelişmediği Doğu Avrupa’da, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde de böyle oldu. İşte böyle bir trend var dünyada ve demokrasiler tehdit altında. Bu trend nereye kadar gidebilir? Bunu dünya ekonomisinin gelişimi ve özgürlük kavgası belirleyecek.

YÖNETEMEME İHTİMALİ DAHA AĞIR BASIYOR


• Seçimden sonra yaygın olarak dile getirilen bir görüşe göre, “AKP artık ülkeyi yönetemez” durumda. Siz ne dersiniz bu tartışmaya; AKP ülkeyi yönetemez halde mi? Peki, yönetemezse bundan sonra neler olabilir?

Önümüzdeki dönemde yönetememe olasılığı bence ağır basıyor. Çünkü tüm gelişmeler iktidarın aleyhine. Dış politikadan tutun, sosyal ve iktisadi durumlara kadar. Erdoğan seçim öncesinde ekonomik krizi yapay önlemlerle bir nebze bastırdı ama bundan sonra işler daha da zorlaşacak. Doların bir günde 30-40 kuruş inip çıktığı bir ekonomide yaşıyoruz. Bu iş dünyasını temelinden sarsacak, yeni konkordatolara, yeni iflaslara yol açabilecek bir gidişat. Bunun asıl nedeni de dış politikada, AKP’nin Erdoğan reisliğinde, dünyada pek de karşılığı olmayan bir büyüklük politikası yürütmeye kalkması. Sonuç: Ülke diplomasisi, deyim yerindeyse, iki cami arasında bi’namaz kaldı. Putin ve Trump arasında kalan Türkiye’nin durumu da buna benziyor. Bir yandan Trump, öbür yandan Putin bastırıyor, hatta gizli ya da açık yaptırım tehdidi sallıyorlar.

ASIL OLAY DIŞ POLİTİKADA

Bence asıl olay burada dış politika. İktisadi durum da uluslararası ekonominin genel akışından çok, bu gerginlikten sarsılıyor. Ulusal bağımsızlığa dönük adımlar elbette herkesin istediği bir şey. Ama “ulusal güvenlik” adı altında partizanca amaçlar gütmek? İşte bu durum sonunda ülkeyi yönetilemez hale getirir. Demek isterim ki; tüm siyasetimiz tek bir şahsın duygu ve mizaç dalgalanmalarına endekslenirse, sonuç da bu yönde olur. Mademki iktidara Osmanlıcı bir siyaset anlayışı hâkim, ben de oradan bir örnek vereyim: Son Osmanlı döneminde, sert hizip kavgaları ve dış baskılar içinde kimi devlet adamları “inhiraf-ı mizaç”a uğruyor, ancak dinlenip “tashih-i mizaç” ettikten sonra siyasete dönüyordu. Osmanlı vakanüvisleri, örneğin “Fuat Paşa inhiraf-ı mizaç oldu; Nice’e (Fransa) gitti, dinlendi, tashih-i mizaç yaptı ve döndü” gibi şeyler yazarlar. Ben bugünkü yöneticilerin Nice’te de pek dinlenebileceklerini sanmıyorum.

***

IMF’SİZ IMF PROGRAMI, orijinalinden BİLE DAHA KÖTÜ!

• IMF’siz bir IMF politikası konuşuluyor. Sizce de iş buraya mı gidiyor?

“IMF’siz IMF politikası”, aslında IMF’li politikadan da kötü bir şey. Çünkü uygulanan liberal politikayla, ikisinde de aynı önlemleri alacaksın; oysa IMF ile seni iflastan kurtaracak kredileri daha kolay bulacaksın ve daha düşük faiz ödeyeceksin! Öbürüyle adeta vahşi kapitalizmin kanunlarına teslim olacaksın! Burada iki politikayı karşılaştırarak konuşuyorum; yoksa elbette ki IMF programlarını savunmuyorum. Ne yazık ki AKP’nin bir başarı destanı olarak sunduğu iktisat politikası bugün Türkiye’yi bu ikilem karşısında bıraktı. Bu koşullarda belki de kulislerde yeni bir Kemal Derviş aranmaya başlanmıştır bile!