Birçokları şimdiden bu protestoları Belaruslu partizanların 2’nci Dünya Savaşı sırasındaki efsanevi direnişi ile karşılaştırmaya başladı bile. Bu karşılaştırma elbette bir abartı, partizanlar bir emir komuta zincirine ve ideolojik yönelime sahipti.

Protestolar nereye gidiyor?

Volodymyr Artiukh

Bu hafta Belarus’ta gerçekleşen protestolar, seçimlere yönelik odağını aşarak kentli orta sınıfların ve işçilerin muhalif hareketine dönüştü. 4 Ağustos tarihinde yayınlanan makalemde yönetici elit içerisinde yer alan muhalefet adaylarının neden rekor sayıda destekçi topladığını ve eşi benzeri görülmemiş protestolara yol açtığını açıklamaya çalışmıştım. Makalede bu durumun 2009 yılında yaşanan ekonomik kriz dolayısıyla gün yüzüne çıkan ve somut ifadesini 2017 yılında Lukaşenko’nun gitgide etkisini yitiren popülist söylemlerini karşısına alan tabandan ve popülist karakterli protestolarda bulan rahatsızlıkların sonucu olduğunu belirtmiştim. Son seçimler öncesi Lukaşenko’nun karşısındaki bir numaralı aday olan Sviatlana Tsikhanouskaya; anti-otoriter ve iş insanları, genç profesyoneller ve işçiler arasında sınıflar arası ittifaka dayanan bir söylem geliştirmeye başladı. Bu makalede, muhalefetin liderliğinin protestolardaki rolü, protestolardaki örgütsel yapı ve Belarus devletinin tepkisine dair soruları cevaplamaya çalışacağım. Bu makaledeki fikirlerim, son 6 gün içerisinde sansür ortamı, internet kesintileri ve propaganda içerisinden ayıkladığım bilgilere, Belarus’ta yer alan yoldaşlarımla kurduğum iletişime ve 2015-2017 yılları arasında Belarus’taki işçiler ve sendika aktivistleri arasında bir sosyal antropolog olarak gerçekleştirdiğim saha çalışmalarına dayanmaktadır.

9 ağustos tarihinde gerçekleşen gergin seçimlerde seçim gözlemcileri çok sayıda ihlal bildirirken, hükümet yanlısı seçim çıkış anketleri Lukaşenko’nın %80 oy aldığını bildirdi, muhalefet adayı Sviatlana Tsikhanouskaya ise %7 oy ile ödüllendirdiler. Bu durumdan öfkelenen protestocular, muhalefet adayı Sviatlana Tsikhanouskaya’nın %45 oy aldığını belirten alternatif seçim sonucu verisine dayanarak, “Ben/Biz %97’yiz” sloganı altında birleştiler buna karşılık sokaklarda çevik kuvvet polisleri gözükmeye başladı. Hem Tsikhanouskaya hem de Lukaşenko, Belarus halkına yasal sınırlar içerisinde kalmalarını ve şiddetten kaçınmalarını öğütlerken; devlet televizyonu, protestocuları provokasyon hazırlığı içerisinde olmakla itham ediyor bu sırada muhalifler ise telegram yazılımı aracılığı ile polise karşı direniş çağrılarında bulunuyordu.

Seçim gecesi protestocular sokakları Sviatlana Tsikhanouskaya için değil Lukaşenko’ya karşı doldurdular. Muhalefet lideri, protestocular ile uyum içerisinde değildi; protestolar için sokağa çağrıda bulunmadı ve seçim sonuçları ile yasal ve bürokratik araçlar aracılığıyla mücadele edilmesi gerektiğini vurguladı. İnsanlar daha alternatif seçim sonuçları açıklanmadan oylarını kullandıktan hemen sonra Minsk ve diğer şehirlerde sokaklarda toplanmaya başladılar. Açıklanan resmi sonuçlar, 1994 yılında Lukaşenko ilk seçildiği günden beri hiçbir şeyin değişmediğini ancak bu andan itibaren aslında çok şeyin değiştiğinin herkes farkındaydı.

Belarus’ta yetkililerden izinli protestolar oldukça nadir bir olaydır ve o gece kesinlikle onlardan biri değildi. Minsk’in her köşesinden binlerce insan kent merkezinde ses bombaları, TOMA’lar ve plastik mermiler tarafından karşılanıyordu. Koordinasyon içinde olmayan birkaç grup barikatlar kurmaya çalışıyorlardı. Minsk’teki protestoculara yönelik bu eşi benzeri görülmemiş saldırı sıradan bir polis müdahalesinden ziyade askeri bir operasyonu anımsatıyordu. Minsk harici diğer kentlerde de polisle protestocular arasında ciddi çatışmalar yaşanıyordu, bu kentler buna benzer görüntülere 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana tanıklık etmemişti.

Seçim öncesi muhalif kitle hareketinin toplumsal olarak farklı kesimleri içerisinde barındırdığını gösterir şekilde seçim sonrası hareketlilik de geniş bir coğrafi ölçekte cereyan ediyordu.- yüzbinlerce insan bunların çoğunluğu hayatlarında ilk defa, kentlerin merkezlerinde ve taşra bölgelerde sokakları dolduruyordu. İnanılmaz derecede fazla sayıda gözüken kalabalıklar Minsk kent merkezinde yüzbinler ve diğer kentlerde binlerce kişi, kentlerde başıboş şekilde dolaşıyor ve çevik kuvvet insanları kamusal alanlardan çekilmeye zorluyordu. Polis şiddeti, merkezi ve ideolojik stratejik bir liderliğin yokluğu ve protestoların merkezi olmayan yapısı protestoların geleceğini belirleyecek gibi gözüküyor.

POST-MODERN PARTİZANLAR?

Görünen o ki protestocuların çoğunluğu ilk defa benzer olaylara katılım gösteriyor, analistler sokağa çıkan gençleri “henüz dayak yememiş gençler” olarak adlandırıyor. Görünürde, polisi etkisiz hale getirme, kamu binalarını ele geçirme, dayanıklı barikatlar ve kamp alanları kurabilme gibi ciddi taktiksel manevralar gerçekleştirebilecek karmaşık yapıya sahip örgütlü yapılar bulunmuyor. Bu durum, Belarus’ta 2001, 2006 ve 2010 yıllarında gerçekleşen ve Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da renkli devrimleri taklit eden protestolarla büyük bir tezat oluşturuyor. Buna karşılık Devlet’in protestocuları bastırmaya yönelik Batı menşeili kitle kontrol yöntemlerini kullandığı görülüyor. Belarus her ne kadar baskıcı bir devlet olarak kodlansa da biber gazı, TOMA, plastik mermi ve ses bombaları gibi araçlar bu yoğunlukta ilk defa kullanılıyordu. Batı menşeili teknolojiler SSCB sonrası dönemdeki geleneksel polis şiddeti ile tamamlanıyordu: rastgele insanların gözaltına alınması ve dayaklar, işkenceler, aşağılamalar, hücrede tecavüz tehditleri ve gazetecilerin peşine düşülmesi vb.

Devlet meşruiyetini göstermek için yumuşak müdahale yöntemlerini kullanmayı tercih etmiyordu. Devlet yayınları bu sırada kalabalıkların rahatsızlıkları hakkında sessizliğini koruyor, ara ara gösterilen seçim sonuçları Lukaşenko’nun yenilgisini reddediyor ve dış müdahaleler hakkında geleneksel söylemi devam ettiriyordu. Lukaşenko’nın ekranlarda gözükmemesi onun Türkiye’ye kaçtığı ve ya bir takım sağlık problemleri hakkında dedikoduların alevlenmesine yol açtı. Daha önceki “sosyal parazitler” söylemini tekrar eder şekilde Lukaşenko’nın protestoculara yönelik tepkisi boş boş sokakları dolanmaktansa gidip kendilerine düzgün bir iş bulmaları şeklindeydi. Zaman geçtikçe polis şiddeti daha da belirginleşti. 10 Ağustos tarihinden itibaren Minsk fiilen kuşatma altındaydı: kamusal alanlar erişime engelleniyor ve merkezi metro istasyonları kapatılıyordu. İnternete erişim kısıtlıydı(Lukaşenko bunun kaynağının yurtdışından biri olduğunu iddia ediyordu) ve kent merkezinde yer alan bazı şirketler akşam kapatıldı. Protestocular her ne kadar 2014 Ocak ayındaki Ukrayna’daki “Maidan” olaylarındaki gibi iç savaş ortamına benzer bir görüntü yaratmak istemese de, Belarus devleti protestoculara Minsk’te değil Kiev’de olduklarına inandırmak istiyordu. Bu yaklaşımı ile devlet her protestonun kaçınılmaz olarak Ukrayna’daki felakete benzer bir felakete yol açacağını kanıtlamaya çalışıyordu. Devletin sağlam bir resmi ideoloji yoksunluğu nedeniyle şiddet Belarus devleti için geriye kalan tek ideolojik araç oluyordu.

Toplumdaki rahatsızlık gitgide yükselmesine rağmen polis şiddeti ve protestocular örgütsüz yapısı sokak hareketliliğin azalmasına yol açtı. Polis hızlıca herkese açık olan Telegram kanallarından protestocuların planlarını öğrenmiş olmasına rağmen protestocular planlarında herhangi bir değişikliğe gitmediler. Hiçbir muhalefet lideri protestolara katılmadı veya radikal herhangi bir açıklamada bulunmadı. Protesto hareketi yukarıdan ve ya aşağıdan süreçte öne çıkan herhangi bir liderliğin yoksunluğunda gitgide şekilsiz bir hal aldı. Bununla beraber yönetici bölünme emaresi göstermedi ve güvenlik aygıtı ve bürokrasi her ne kadar alt ve bölgesel seviyelerde kararsızlıklar yaşansa da üst genel olarak rejime sadık kaldı(Bir grup devlet yayını çalışanı ve polis memuru istifa etti).

Bu protestolar 5 günlük ayaklanma süreci post-modern anarşistlerin vizyonlarına yakın şekilde merkezi yapıdan yoksun ve liderlikten yoksun, yatay bir şekilde gerçekleşti. ederken muhalefet, protesto sürecinde Belaruslu yetkililer Lukaşenko’nın rakibi Tsikhanovska’ya ve onun danışmanına Litvanya’ya gitmeleri için eşlik ediyordu.

protestolar-nereye-gidiyor-772837-1.
Lukaşenko pazar günü düzenlenen protestoların başkanlık konutuna yönelmesinin ardından, elinde silahla görüldü.

Tsikhanovska, eşi ve beraber hareket ettiği insanlardan bir kısmı tutuklandığından bu yana radikal açıklamalar yapmaktan kaçınıyordu. Son videosunda korkmuş ve depresif bir görüntüsü vardı; “hiçbir şeyin insan hayatından daha değerli olmadığını” ifade ederek çocuklarına yönelik tehtidin ipucunu veriyordu. Bir tane dahi muhalefet lideri ülkede kalmadı veya ülkede bulunanların hepsi hapiste. Seçim öncesi dönemde hareketliliği sağlayan Tsikhanovska’nın kocasına ait olan Telegram kanalı protestolar boyunca koordinasyon sağlamadı ve bilinmeyen kişilere ait olan Telegram kanallarının gerisine düştü.

Protestolarda ne merkezi yönetim, ne sokaklarda öne çıkan bir liderlik ne de tanımlanabilir politik gruplar bulunuyordu. Bana göre hâlihazırda varlığını sürdüren politik gruplar protestolarda yer almakla beraber protestolar sırasında ayrı bir grup gibi görünmüyorlardı, bu politik gruplar ya dağınıktılar ya sıkıca gizlenmişlerdi ya da sadece bireysel katılım gösteriyorlardı.

Bu durum biraz da gereklilikten kaynaklıydı çünkü lider olduğundan şüphelenilen kişiler hemen gözaltına alınır veya onların gerçekleştireceği buluşmalar anında dağıtılırdı. Merkezi kamusal alanlar polis tarafından kapatıldığı ve kontrol edildiği için Gezi hareketi veya “Occupy” hareketine benzer bir hareketin ortaya çıkması hayal dahi edilemezdi. Barikatlar kısa ömürlüydü ve kamusal binaların ele geçirilmesi düşünülmedi bile.

Bir miktarıyla bu durum önceki toplumsal hareketliliklerin ürünüydü. Neredeyse başkent Minsk’in nüfusuna eşit nerdeyse 2 milyon kişi, 2 yıl önce Polonya’da ikamet eden Belaruslu bir gazeteci tarafından açılmış olan “Nexta_live” adlı Telegram kanalını takip ediyor. Radikal söyleme rağmen bu kanal aslında politik içerikten yoksun bir şekilde daha çok ülkenin dört bir yanından insan temin ettiği video, fotoğraf gibi içerikleri paylaşıyor. Bu ayrıca benim takip ettiğim onlarca kanalda yaşanan bir durum. Kanallarda paylaşılan mesajlar genel olarak yanıltıcı, çelişkili veya teyitsiz içerikler. Bu kanallardan bazılarının istihbarat birimleri tarafından protestocuları provoke etmek ve protestocuların planlarını öğrenmek amacıyla kontrol edildiği düşüncesi akla yatıyor.

Birçokları şimdiden bu protestoları Belaruslu partizanların 2. Dünya Savaşı sırasındaki efsanevi direnişi ile karşılaştırmaya başladı bile. Bu karşılaştırma elbette bir abartı, partizanlar bir emir komuta zincirine ve ideolojik yönelime sahiptiler. Partizanlar kaynaklarını bir havuzda toplayabiliyor, güvenli bir noktada muhafaza edebiliyor ve düzenli orduyu bekler iken askeri-taktiksel planlar geliştirerek bunları hayata geçiriyorlardı. Bu post modern ayaklanma sırasında bunların hiçbiri yaşanmıyor. Protestocular, askeri birimlerin korkutma amaçlı gösterdiği vahşi yöntemlere karşı taş, sopa havai fişek ve zayıf barikatlarla spontane karşılıklar vermeye çabaladı. Buna yönelik cevap hep aynı: gözaltılar, dayaklar, sakatlamalar ve doğruluğu kanıtlanmış bir ölüm.

Buna rağmen daha geleneksel araçların kullanımıyla beraber olayların gidişatını değiştirebilecek bir an gelebilir. Protestoların parçası olarak bir genel grev 11 Ağustos tarihinde duyuruldu. Nisan 1991’de Minsk’te Lenin Meydanı’nda konstrüktivist hükümet binasının önünde gerçekleşen yüzbinlerce işçinin katıldığı protestoları bilen herkes için bunun potansiyel sonuçları belli. Bunu bir haftaya yayılan seksen işletmeyi kapsayan grev dalgaları ve geniş çaplı protestolar takip etti. Bu olaylar Belarus Komünist Partisi’ni demoralize ederek Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hızlandırdı. Ama 1991 yılında hükümet karşıtı sendikal yapılara bazı resmi sendikalar da Ukrayna, Rusya ve Kazakistan’daki başarılı grevlerdeki gibi katılım gösterdi. Komünist Parti Moskova’da yaşanan çekişmelerden dağınıktı, parlamentoda işçileri temsil ettiğini söyleyen bir grup vardı ve bazı işletmelerdeki yöneticiler işçilerine destek verdi. Bugün yaşanan durum açıkça bunun karşıtı, peki ne bekleyebiliriz?

İŞÇİLER HANGİ TARAFTA?

Eğer işçi sınıfı hakkında şüpheleriniz varsa Mises Enstitüsünün Belarus’taki temsilcisini dinleyin. “İşçi sınıfı katılana kadar protestolar sona erme eğilimindeydi”. Eski güzel günlerdeki gibi, işçiler hala kısıtlı internete dayanmaksızın ve tutuklanma korkusu yaşamadan sokaklarda barışçıl şekilde toplanma imkânına sahipler. İşçiler ayrıca devlete maddi olarak zarar verebilecek ve ideolojik olarak karşı durabilecek tek güç. Belarus’taki endüstri işçileri koordinasyon ve işbirliği tecrübesine, ne kadar bürokratik de olsa örgütsel yapıya ve talepleri açıkça ifade edebilme yeteneğine sahipler. Belaruslu işçiler ve sendika aktivistleri arasında yaptığım saha çalışması bana örgütlü emeğin potansiyelini abartmamam gerektiğini öğretti ama eğer protestoların içine girdiği sıkışmayı barışçıl ve ilerici bir biçimde aşacak bir umut varsa bu sadece kendi çıkarlarını anlayabilen, formüle edebilen ve savunabilen işçilerdir.

Şimdiden Minsk Otomobil Fabrikası, dünyanın en büyük çöp kamyonu üreticisi BelAZ, Grodno Azot Kimya Fabrikası gibi Belarus için kilit nitelikteki devlet işletmelerinde rahatsızlıkların olduğuna dair raporlar geliyor. Bu rahatsızlıklar hala genel grev gibi bir eylemden çok uzaktalar, genel grevin gerçekleşme ihtimali konusunda temkinli olurdum. Belarus işçi sınıfı parçalı ve her işçi bireysel olarak üstlerine bağımlı durumda. 1990’lı yıllardan bu yana geniş kapsamlı genel grevler olmuyor, devlet kontrolünde olmayan sendikaların sayısı çok az ve bu sendikaların imkânları çok kısıtlı. Önceki dönemlerde işçilerin kendiliğinden gerçekleştirdikleri grevler kısa sürede bastırılmıştı.

Siyasi grev şu an için mükemmel bir fikir, çünkü devlet hala ekonominin kontrolünü elde tutuyor ve ülkedeki istihdamın %45’i devlet tarafından gerçekleştiriliyor. Bununla beraber yönetici elit içerisinde çatışmaların yaşandığı ve işçilerin göreceli olarak bir özerkliğe sahip olduğu 1991 yılında değiliz. Şu anki Belarus’ta var olan emek rejimi Sovyetlerin son dönemlerine göre çok daha kötü durumda, şu anki kapitalist sistemde bürokratik Sovyet despotizmi ile piyasa despotizmi birleşmiş halde.

Buna rağmen umuyorum ki yüzlerce işçinin taleplerini açıkça dile getirdiği ve uygulanmaları için yöneticilerine ısrar ettiği videolardan görülebileceği gibi bir takım kendiliğinden eylemler alt seviyelerde gerçekleşiyor. Bu talepler şunlar: seçimlerde kullanılan oyların yeniden sayımı, sokak protestolarına katılanların kovulmayacaklarına dair garanti, gözaltına alınan protestocuların serbest bırakılması ve internete özgürce erişebilmek. Bunlara talepler ayrıca işçilerin, devlet kontrolündeki sendikalara dair güvensizliklerini gösteriyor.

Bu talepler sokaktan gelen politik talepler ama daha güçlü ekonomik talepleri şimdiden fabrikaların duvarlarında görebiliyoruz. Minsk Traktör fabrikasında asılı olan bir afişten yapılan alıntı açık bir örnek :

İşçiler sayesinde fabrika hala ayakta!( The plant is still alive thanks to its workers!)

Torna tezgahı mı yok? Gidip Zhdanovichy’den(Minsk yakınlarında ulaşılması hayli zor bir köy) al. Patronun sana iş kıyafeti vermedi mi ? Boş ver, gidip çarşıdan alacağım. Sonra patron sana mesaiye kalmanı söyleyecek, çünkü “planlanan işleri bitirmen gerekiyor”. Maaşını aldığında aldatıldığını anlayacaksın. Sendikaya şikayet edersin, ama cevabı hali hazırda biliyorsun. Bir iş kazası yaşarsın ve işyeri dışında yaşanan kaza olarak kayda geçirirsin çünkü “Anlarsın ya”.

Tüm bunlardan bıktın di mi ?

Patronları yola getirmenin en iyi yolu grev. Meydana gidip kaskını yere vurmaya gerek yok. Sadece kuralları çalış… Yönetmeliklere göre olması gereken tüm teknolojik gereksinimleri talep et. Bu senin hakkın. Senden çalınan düzgün bir maaş ve özgür seçimler kadar.

Eylemlere katılmak istiyorsun ama kovulmaktan mı korkuyorsun? Unutma hiçbir aşağılık ideolog senin tezgâhtaki yerini alamaz.

Lukaşenko’nın iktidarı 1995 yılında acımasızca bastırılan metro işçilerinin gerçekleştirdiği eylemlerle başladı. İktidarını, başkanı 2001 yılında ona karşı aday olan Sendikaların oluşturduğu Federasyonu’nu bölerek ve kendine tabi kılarak güçlendirdi.

“Belarus modeli” işçileri parçalayarak, disipline ederek, onları parçalayarak ve kimliklerinden mahrum bırakılarak inşa edildi. İşçilere sınıfsal kimliklerini bir kenara bırakmaları karşılığında iş güvencesi, kamusal alanın özelleştirilmesine dair kısıtlamalar, düşük faturalar ve 500 dolarlık garanti ödemeler verildi. Gramsci’nin kullandığı şekilde, ben bunu “pasif devrim” olarak görüyorum: Toplumsal sınıfların uzlaşmaz çelişkisinden doğan korkudan ortaya çıkan otoriter bir sosyalist dönem sonrası kapitalist dönüşüm. Belki de işçiler sınıfsal kimliklerini yeniden kazanarak bu sürecin gidişatını değiştirebilirler. Bu elbette bir gecede veya bu hafta olmayacak ama ülkede yaşanan bu sıkışmaya başka bir iyimser çözüm göremiyorum. Benim düşünceme göre, BelAZ fabrikası işçileri ile Zhodino kenti başkanı arasındaki 13 Ağustos tarihinde yaşananları gösteren videonun gösterdiği gibi örgütlü işçiler, liderlikten yoksun kitleler değil, otoritelere kendini dinletebilecek ve açık talepler belirleyebilecek tek toplumsal güç. O gün öğle arasında yüzlerce işçi fabrikanın kapısında toplanıp önce kendi yöneticileri ile ardından kentin başkanı ile buluştular. Görüşme gergin ama seviyeliydi. Kentin başkanı, kendine güvensiz ve kafası karışıktı. İşçiler, yakınlarının ve arkadaşlarının gözaltı merkezlerinden salıverilmesini, özel kuvvetlerin kentin dışına çekilmesini(Dayak yiyeceksek niye maaş alıyoruz!) ve oylarının yeniden sayılmalarını talep ettiler. İşçiler kentin güvenli olduğunu ve protestoların kontrolünde olduklarında ısrar ettiler. Başkan, elbette açık bir söz veremezdi ama yine de fabrika önünde taleplerini görüşmek için işçilerle buluşmayı kabul etti. Başkan “Teşekkürler” ve “Başkan halkla birlikte” gibi sloganlarla karşılandı. Fabrika çalışmayı durdurmadı ancak videoyu izledikten sonra daha geniş kapsamlı bir grev olabileceğine dair şüphelerim azaldı. Şu ana kadar, yerel düzeyde de olsa bu buluşma, protestocuların yetkilileri görüşmeye zorlayabildikleri tek olaydı. Eğer merkezi hükümet bu kanalı da kapatırsa bu sadece kendi zararına olur.

O günün daha sonrasında Başkan BelAZ fabrikası işçileri ve kent halkı ile nihayetinde buluştu. Başkanla halk arasında, patlayan ses bombaları ve plastik mermi sesleri yerine, , seçimlerde yaşanan usulsüzlükler, polis şiddeti, çoğunluğu Minsk’ten getirilen gözaltı merkezindeki insanların serbest bırakılması ilgili hayli uzun ve çok da verimli olmayan bir diyalog gerçekleşti.

14 Ağustos tarihinde bu makaleyi bitirirken, Minsk Traktör fabrikasındaki işçiler ayaklandı. İşçiler bir gün öncesinde kararsız ve gergindiler, ne zaman ve ne şekilde toplanacakları konusunda karar veremiyorlardı. Buna rağmen binlerce işçi fabrika kapısında buluşarak kent merkezine başka protestocuların katılımıyla yürüyüş gerçekleştirdiler. Bugün sakin bir gündü, çevik kuvvet kalabalığı dağıtmadı. Yürüyüşün rotası 1991 yılı ile aynıydı: Minsk’in endüstriyel Partizan bölgesinden Bağımsızlık Meydanına, eski adıyla Lenin Meydanı’na.

criticatac.ro’dan çeviren: Alp Ozan Gül