YSK tarafından hukuksuz şekilde iptal edilen İstanbul seçimleri, 13 gün sonra tekrarlanacak. Sandık günü yaklaşırken yapılan siyasi analizler de hız kazandı. Politik Muhabbetler’de yenilenen seçimlerin ortaya çıkarabileceği siyasi sonuçlara dair birkaç söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu hafta ise oldukça önemli olmasına karşın karanlıkta kaldığını düşündüğümüz bir konuya; seçimlerin ve mevcut siyasal ortamın yarattığı psikolojik iklime ışık tutulalım […]

Psikiyatrist Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu: İstanbul’u kaybetmek ‘reisliği’ kaybetmektir

YSK tarafından hukuksuz şekilde iptal edilen İstanbul seçimleri, 13 gün sonra tekrarlanacak. Sandık günü yaklaşırken yapılan siyasi analizler de hız kazandı. Politik Muhabbetler’de yenilenen seçimlerin ortaya çıkarabileceği siyasi sonuçlara dair birkaç söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu hafta ise oldukça önemli olmasına karşın karanlıkta kaldığını düşündüğümüz bir konuya; seçimlerin ve mevcut siyasal ortamın yarattığı psikolojik iklime ışık tutulalım istedik.

Sürekli seçim atmosferi toplumsal ruh halini ne yönde etkiliyor? İnsanlar keyfi ve hukuksuz kararlar karşısında nasıl düşünmeye başlıyor? Siyasetteki sert ve düşmanlaştırıcı üslup, halkın bilincinde ne gibi karşılıklar üretiyor? İstanbul seçiminin tekrar edilmesi hem toplumsal duygu durumu hem de iktidarın anlam örgüsü açısından ne anlama geliyor?

Tüm bunlar ve aklımızdaki başkaca sorulara yanıt bulmak için Psikiyatrist Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu ile konuştuk. Kaptanoğlu, İstanbul seçimlerinin Erdoğan’ın siyasi otoritesi açısından kritik bir nokta olduğunu vurguluyor.

Toplum son senelerde seçimlere esir olmuş durumda. Son 5-6 yıldır neredeyse seçimsiz geçirilen herhangi bir yıl olmadı. Bu süre zarfında seçim olmayan tek yıl olan 2016’da da Gülencilerin darbe girişimi gerçekleşti. Bu tip yoğun ve stresli geçen süreçler, toplumsal olarak hangi duygu ve düşüncelerin öne çıkmasına neden olur?

Evet, Türkiye’de son dönemde siyasal iktidar, halka gitmeye çok sık ihtiyaç duydu, çünkü iktidar bloğunda güçler dengesi değişiyordu ve eski rejim, nam-ı diğer tırnak içinde vesayet rejimi tasfiye edilirken, harıl harıl yeni bir rejim inşa ediliyordu. Siyasal iktidar, askeri diktatörlük kalıntısı olan eski rejimin tırnak içinde tasfiye ve inşa operasyonlarının meşruiyetini, ancak milli irade mitine dayanarak sağlayabileceğinin çok iyi farkındaydı.  Geniş halk kesimlerinin, farklı gerekçelerle de olsa, bu sürecin ilk dönemlerindeki temel duygusu, “eski rejimin boğuculuğundan kurtulalım da nasıl olsa daha kötüsü olmaz” şeklindeydi. Bir başka deyişle halk bir pencere açıp nefes almak istiyordu. Eski rejimin tasfiye süreci, onun travmatize ettiği farklı kesimlerin değişim arzularına göz kırparak, kısa sürecek bir umut yarattı.  İktidarın bu olumlu duyguları manipüle ederek attığı en önemli adım, geniş kapsamlı anayasa değişikliklerinin oylandığı 2010 referandumudur. Yüzde 58’in “evet” veya “yetmez ama evet” dediği referandumun elle tutulur tek sonucu, yargının, iktidar bloğunun o dönem önemli bir paydaşı olan Cemaat’in güdümüne girmesi oldu. İktidarın Gezi Direnişi ’ne karşı sert tutumuyla pekişen antidemokratik uygulamaları, yeni rejimin eskisinden daha da boğucu olabileceğiyle ilgili kaygı, güvensizlik, korku, aldatılmışlık, öfke gibi duyguların toplumun belirli kesimlerinde yükselmesine neden oldu. Zaten 2010 referandumu sonrasında yapılan hiçbir seçim veya referandumda da iktidar, 2010’da yakaladığı oranda bir onay alamadı, aksine sürekli güç kaybetti ve toplumda seçim manipülasyonları, yolsuzlukları yoğun olarak tartışılmaya başlandı. Bu gün gelinen noktada, ülkenin büyük çoğunluğu seçimlerin adil ve özgür koşullarda yapılmadığına inanıyor. 

Anayasa Referandumu 7 yıl sonra 2017’de Anayasa’daki başka 18 madde için tekrarlandı ve %51,4 oranında kıl payı onay aldı.  “Yeni rejim” bu referandumla “tasfiye ve inşa” süreci açısından nasıl bir adım attı ve bu adımın toplumsal ruh halimize nasıl bir etkisi oldu?

Bu, kazananların söylediği gibi “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” yani, muhaliflerin, geri almaları çok zor olabilecek bazı önemli şeyleri kaybettikleri, iktidardakilerin de “tasfiye ve inşa” sürecinde kendi lehlerine bir kopuşu gerçekleştirdikleri bir referandumdu. Anayasada yapılan değişiklikler dikkate alındığında hiçbir burjuva demokrasisinde yapılamayacak, yapılırsa o rejimin artık “demokrasi” olamayacağı değişiklikleri oyladık. Oylamamız teklif edilen seçenekler: 12 Eylül mirasının altında ezilmiş özürlü demokrasimiz ile otoriter yeni bir tek adam rejimiydi. Bu özürlü de olsa her türden demokrasi için açıkça ahlaksız bir teklifti, çünkü demokrasilerde onlara temel kimliklerini kazandıran bazı kurucu özellikleri oylayamazsınız, bu nitelikleri, çoğunluk gücünüze dayanarak oylayıp değiştirirseniz, artık farklı bir rejimde yaşıyorsunuz demektir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yakın tarihimizde ve çok yakın geçmişte, yüzleşmeden, hesaplaşmadan daha ileriye gitmesi olanaksız olan çok büyük yanlışları oldu, ancak bence 2017 referandumunda oylanamaz olanı oylatarak, bu “ahlaksız teklife” “hayır” demeyerek en büyük tarihsel hatalarından birini yaptı. Ne yazık ki, bu aşamadan sonra ülke için yapabileceği en önemli şey, tamamen bozulmasına zımnen onay verdiği şeyi, yani ülkenin rejimini, 2017 referandumu öncesine döndürmek. “Ne yazık ki” diyorum çünkü gelecek hayallerinin, yeni umutların ertelenip, eskiye dönmenin, siyasal kurumlar (parlamenter sistem vb.) anlamında eskiyi özlemenin, yükselen bir toplumsal duygu olduğu bir ülkede yaşamamıza katkısı oldu. Çevremizde, yaşadığımız günlerin, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün pençesinde acı çekilen günlerle karşılaştırılmasının, hatta yaşadığımız günlerin, 12 Eylül günlerinden daha boğucu olduğunun sıkça söylenmesinin, toplumun güncel ruh hali ile ilgili önemli bir ipucu olduğunu düşünüyorum.

KÖTÜ DURUM GÖRÜLÜYOR AMA UMUTTAN VAZGEÇİLMİYOR

31 Mart seçimlerine giderken toplumsal ruh hali üzerine fazlaca tartışma yapıldı. Toplumun seçime hangi psikolojiyle gittiği, temel olarak hangi başlıklar üzerinden düşünüp oy verdiği bugün de merak konusu. Seçimlerin üzerinden 2 aylık bir süre geçti, geriye dönüp bakınca siz bu konuya dair ne söyleyebilirsiniz?

31 Mart seçimlerine giderken toplumsal ruh halimizi; 2010-2011 yıllarında başlayarak 2017 referandumuyla gittikçe yaygınlaşıp yerleşikleşen “Her şey daha kötü olacak, en azından daha kötü olmasın” düşüncesinin tanımladığını söyleyebiliriz. Bu karanlık gelecek düşüncesinin, kaygısının, rejimin hızla otoriterleşmesiyle olduğu kadar, ekonomi ve uluslararası ilişkilerdeki bozulmalarla da yakından ilişkisi olduğu açık. “Her şey güzel olacak” sloganının benimsenmesi hatta paylaşılamaması, toplumun gelecek umudundan vazgeçmediğini göstermesinin yanı sıra, ülkede bir kötüye gidişin olduğu hakikati üzerinde neredeyse her kesimin uzlaştığını gösteriyor. Bu ruh hali Türkiye toplumuna hiç de yabancı değil. Türkiye toplumu, içine düşürüldüğü kronik kaygılı ruh halinden kurtuluş için hangi siyasi öznelerle özdeşim kuracağı konusunda hiç de tutucu değil, dün iktidar yaptığı pek çok partiyi ilk seçimde baraj altına düşürebilecek kadar dinamik politik özdeşimler kurabiliyor. 31 Mart yerel seçimlerine giderken Türkiye toplumunda farklı kesimlerden muhaliflerdeki  egemen ruh hali, 2000’li yılların başında AKP’yi iktidara getiren ruh haline benziyor, fakat “gitsin artık başımızdan” denilenler değişti, şimdi çanlar AKP için çalıyor.

İYİ OLAN NE VARSA TEHLİKE ALTINDA

YSK’nin hukuksuz şekilde sonuçları geçersiz sayması nedeniyle İstanbul halkı 23 Haziran’da yeniden seçim için sandıklara gidecek. Seçim iptali ve gerekçeli kararın ikna edicilikten uzak oluşu gibi faktörler, yurttaşlar ile siyasal sistem arasındaki bağı nasıl etkiler?

Türkiye’de yaklaşık on yıldır yaşanmakta olan tasfiye-inşa sürecine faşistleşme süreci de diyebiliriz. “Faşistleşme süreci” terimi, bu siyasal dönüşümü iyi tanımlıyordu çünkü başka bazı unsurların yanı sıra, parlamenter demokrasilerin olmazsa olmazı olan “serbest seçim ilkesi” iktidar tarafından manipüle edilse de hala geçerliydi. YSK’nin belirttiğiniz hukuk dışı kararı ve ondan önce 7 Haziran seçimlerinin siyasal iktidar tarafından fiili olarak iptali, burjuva demokrasilerinin temeli olan serbest seçim ilkesinin, Türkiye’de artık geçerli olmadığını gösterdi.    

Toplumlar için hukuk, adalet, “büyük öteki” olarak organize edici bir özelliğe sahiptir. Evrensel hukuk ilkeleri, bağımsız yargı, adalet, toplumları dağılıp çözülmekten, başka bir deyişle her şeyin mümkün olduğu psikotik kaos ortamından korur. Hukukun hesaptan düşülmesi, aynen öznenin, gerçekliği değerlendirmesini mümkün kılan kerteriz noktalarının, yargılama yetisinin ortadan kalkması, dış gerçeklikle kendi iç dünyasında olup bitenleri, fantezilerini karıştırması gibi, toplumda da gerçeklik hissinin kaybına, sınırsız bir keyfilik ve saldırganlığın geri dönüşüne, “biz”e benzemeyenin veya “benzetemediğimizin” kolayca şeytanlaştırılmasına yol açabilir. Böyle bir siyasal iklim, iktidardakilere benzemeyen yurttaşlarla devlet ilişkisinin, zora ve zorbalığa dayalı, sadistik bir ilişki olması demektir.  

Bu çerçevede Türkiye’de 31 Mart’tan sonra olanın, sürüden topluma geçilmesiyle, insanlık tarihindeki yüzlerce yıllık mücadele sonucunda bastırılmış olan, “arkaik babanın” veya “sürü başının” geri gelmesine, toplumun iradesinin hiçe sayılarak sürüleştirilmesine benzediğini söyleyebiliriz. Freud’un bize “Totem ve Tabu”da anlattıklarını dikkate alırsak, sürü dışına atılanların, ezilenlerin, birleşerek iktidardan düşürdüğü arkaik baba’nın, “bastırılmışın” geri gelişidir söz konusu olan. Bu anlamda 31 Mart bizler için, belirli ilke yasa ve yasaklarla kurulmuş modern toplumun çok ağır darbe aldığı bir milattır. Arkaik baba ve el verdikleri, onların emrindeki aygıtlar, kendi keyfi yasaları dışında hiçbir yasayı tanımazlar, buna burjuva demokrasilerinin dokunulmaz tabusu; “serbest seçim ilkesi” dışında, tarihsel antropolojik kökeninde “öldürmeyeceksin” tabusu olan “hukuk devleti” ilkesi de dahildir. Böylesi her şeyin mümkün olduğu bir toplumsal düzende, toplumun ruh halinde derin bir bölünmenin olmaması imkânsızdır. Yalan, iftira, komplo, saldırganlık, aç gözlülük, ilkesizlik, güvensizlik, şüphe, gerçeklikten kopuş, hakikatlerden nefret serpilip büyürken, toplumda iyi olan ne varsa tahrip olma tehlikesi altındadır. Kötülük örgütlü hale gelir iyilik görünmez olurken, iyiler kendi içlerine kapanır, “ülke yaşanmaz hale geldi” diyenlerin sayısı artar. Ülkesini terk edip başka ülkelerin vatandaşı olma hayalleri kuran gençlerin, çocukların umutsuzluğuyla sarsılırız.   

Peki, insanlar adalet duygusunu boşa düşüren bu tip kararların ardından ne tür arayışların içine girerler?

İnsanları bir otoriteye inanmaları, onun peşinden gitmeye ikna olmaları, otoritenin çeşitli özellikleri yanı sıra onun adil olmasını gerektirir. Siyasal otorite, meşruiyetini, dolayısıyla ikna gücünü, bağımsız “yargının otoritesi”, onun karar ve eylemlerini yargılayıp aklıyorsa sürdürebilir. Yargı bağımsızlığı, her tür siyasal rejimin yumuşak karnıdır. Toplumda adalet duygusunun sarsılması, siyasal iktidarın otoritesinin, ikna gücünün yani insanların “hayır” deme seçeneğine rağmen, onun otoritesini kabullenmelerini sağlayan meşruiyetinin sarsılması demektir. Bu sarsılma, kitlelerin özdeşim kurdukları, “evet” diyerek onu otorite kıldıkları siyasal özne/parti, lider ile özdeşimlerinin sönümlenmesini getirecektir. Kitleler, yeni politik özdeşimler kurarak, genellikle deneyip yanılmayla giden sonsuz siyasal arayışlarını sürdürürler.

Burada iktidardakilerin nasıl bir arayış içine girdikleri de çok önemlidir. Otoritelerinin çöküşüne rağmen iktidarda kalmaya çalışmaları, zor ve zorbalığı gündeme getirir.  Filozof Kojéve, “Otorite Kavramı” adlı eserinde, “Bir otorite uygulamak, güç (şiddet) kullanmakla aynı şey değildir. Hatta bu iki olgu birbirini dışlarlar. Gücü, şiddeti işin içine sokmaya mecbur olunması otoritenin söz konusu olmadığını kanıtlar” der.

Siyasal iktidarın kaybettiği açık olan bir seçim sonucunu kabul etmemesi ve bu temelsiz ısrarın, mızıkçılığın YSK tarafından haklı bulunmasının sistem için ciddi bir sınır ihlali olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal iktidarın, halk “hayır” demesine rağmen, iktidar gücünü kullanarak İstanbul’u almak istemesi, topluma şu mesajı veriyor: “Size hayır denilebilir ancak güçlüyseniz bu hayır’a kulak asmayın, ısrar edin, istediğinizi alırsınız.” Bu çok tehlikeli bir mesaj, hele demokratik kültürün yerleşmediği, her gün erkek zorbalığına “hayır” diyen kadınların acımasızca öldürüldüğü bir ülkede…

AKP, ‘HAYIR’DAN ANLAMAYAN ZORBALAR GİBİ DAVRANIYOR

Siyasal iktidar, bir toplumsal rol modeli olarak “Güçlü olan istediğini zorla alır koparır” mesajını vererek, zora dayalı bir sorun çözme modeli mi sunuyor topluma? 

AKP, “Aşk”, “Sevda”, “Gönül” temalı bir yerel seçim propagandası yürüttü. En önemli maşuk ise İstanbul’du. AKP, İstanbul için, kırıp döküp ağlatan, çılgın projeleriyle onu yoran, yıkan, hatta Erdoğan’ın dediği gibi İstanbul’a ihanet eden bir aşıktı. AKP’li aşıklar, bu aşkın bittiğini, ayrılık zamanının geldiğini bir türlü anlamak istemeyerek İstanbul’a hâlâ zulmediyorlar, oysa şimdi İstanbul’un gönlünde yeni bir aşk yeşeriyor. AKP, terk edilme, “hayır” denilme karşısındaki kabullenmez tavrıyla, kadın cinayetlerindeki erkek faillerin tutumlarını çağrıştırıyor. Genellikle o erkekler de “Hayır”dan anlamayan zorbalar değiller mi?  

Seçimin tekrarlanmasının yaratacağı sonuçlar üzerine birtakım yorumlar yapılıyor. Yaygın görüşe göre, iptal kararının yarattığı mağduriyet, Ekrem İmamoğlu’nun oylarının artmasına katkı yapacak. Binali Yıldırım da bunu doğrular şekilde, “Asıl mağdur olan benim” diyerek sanki bu havayı dağıtmaya çalışıyor. Siz bu ‘mağduriyet avantajıyla’ ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu durumu, “mağduriyet” kavramı yerine, “haksızlığa uğramak”, “adaletsizlik” olgusu üzerinden tartışmayı daha uygun görüyorum. Siyasal iktidarın, yasayı, yargıyı hiçe sayarak veya gücünü kullanarak yanına alarak yaptığı adaletsizlikler, özellikle de seçimin iptali, toplum olarak kapımıza dayananın; hukukun hesaptan düşüldüğü, her şeyin mümkün olduğu, güçlünün güçsüzü ezdiği kaotik bir düzensizlik, toplumsal dağılma, çürüme, keyfi ve sınırsız zorbalık olduğunu, içimizde hissetmemize neden oldu. Bu nedenle İstanbul seçimlerine giderken toplumsal ruh halimizi tanımlayacak kavramlar, “adalet duygusu”, “sürüleştirilmeye direnç”, “hukuku savunma” ve “yeniden toplum olma arzusu” dur diyebiliriz. Halkın bu duygularla desteklediği aday kaybetse de sonuçta kazanacaktır.   

HİÇBİR MANİPÜLASYON ACI GERÇEKLERİ BÜKEMEZ

Türkiye yakıcı bir ekonomik kriz yaşıyor. Uzun zamandır alarm veren ekonomik göstergeler, yaklaşık 5-6 aydır yurttaşın cebine ciddi şekilde zarar vermeye başladı. Ekonomik kriz dünyanın her yerinde siyasal sonuçlar doğurur. Siz krizin siyasete olan yansımasının, Türkiye özelinde ne boyutta olduğunu gözlemliyorsunuz? Kriz ortamı, atmosferi ne yönde belirliyor?

Sennett, “Otorite” adlı eserinde, “Otorite, farklar tanındıktan sonra güçlülerin olduğu kadar zayıfların da gereksinim ve isteklerinin hesaba katılması sorunudur” der. AKP iktidarı, güçlülerin isteklerini sınırsızca tanıdı ancak, kitlesel tabanı olan zayıfların gündelik temel isteklerini de dünya ekonomisinin, dolayısıyla ülke ekonomisinin iyi olduğu uzunca bir süre, az çok gidermeye dikkat etti. Sosyal yardım ödemelerinin, bazılarının deyişiyle “sadaka ekonomisinin” doruğa çıktığı bir dönemi yaşadık. Ekonomik kriz, öncelikle zayıfların gereksinim ve isteklerinin göz ardı edildiği, işsizliğin rekor kırdığı, sonra bu olumsuzlukların dalga etkisiyle tüm kesimlere yayıldığı bir süreci başlattı. Toplumda temel gereksinimlerini gideremeyen insanların sayısı hızla artıyor. Bu gerçek açlık kadar somut ve sert, hiçbir propaganda, manipülasyon, dezenformasyon, ideoloji, inanç vb. bu acı gerçeği eğip bükemez, hele tanzim satış çadırları, “Enflasyonla Topyekûn Mücadele”, “İstihdam Seferberliği” çığırtkanlıkları hiç… Erdoğan’ın yerel seçimlerin ardından: “Karnını doyuruyorsunuz, her türlü ihtiyacını karşılıyorsunuz yine de oy vermiyor” serzenişi bu durumu çok iyi özetliyor.  

İktidarın kurduğu faşizan dil ve izlediği düşmanlaştırıcı siyaset, toplumsal zemine nasıl yansıyor? Korku üzerinden otoriteye sığınma refleksini tetiklemeye çalışan bu konsept, sizce ne kadar çalışıyor ve halktan nasıl karşılık buluyor?

Thomas Hobbes, 1651 yılında yazdığı “Leviathan” (Canavar) adlı ünlü kitabında, insanların toplumsal düzensizlik, kaos ve şiddetten korunabilmeleri için, mutlak güç ve yetkilere sahip bir devlete tüm erki devretmeleri gerektiğini söyler. Leviathan, korunmak ve esirgenmek için sığınılan güçlü ama korkutucu bir canavar, yani devlettir.

Türkiye toplumu, neredeyse 100 yıldır, Hobbes’un evrensel olduğunu iddia ettiği toplumsal düzensizlik (doğa durumu) nedeniyle değil, ama devlet aklı-eli ile yaratılan, şiddetli toplumsal düzensizlikler nedeniyle “Leviathan”a boyun eğdirilmiştir. Bu teslimiyet, gündelik hayatı, düzeni yerle bir edebilecek bir kaos tehdidinin veya “beka sorununun” yarattığı toplumsal çaresizliğin sömürüsüne dayalı bir rızayı da içerir. Bu gayri meşru yollarla rıza üretiminin temel aracı, toplumda korku, dehşet ve çaresizlik yaratan, sığınılacak kurtarıcı, “eli sopalı biri” aramaya veya Hegel’in “efendinin otoritesi” dediği gücü, silahı elinde bulunduranların otoritesine sığınmaya neden olan şiddet, savaş ortamıdır. Şiddet yoluyla toplumun yönetilmesi, toplumda korku, dehşet, çaresizlik gibi en ilkel duyguların ortaya çıkarılması ve bu duyguların manipülasyonuyla mümkündür. Şiddetli duygular, düşünmeyi, anlayıp anlamlandırmayı engelleyerek, yalnızca hayatta kalmak için gerekli otomatik tepkiler vermeye neden olur. Dehşete itilmiş toplumlar, içeriğinin ne olduğunu irdelemeden, refleks olarak bir düzen arayışına yönelirler. İçine düşürüldükleri kaostan kurtulacakları “bir düzen olsun da ne olursa olsun”a razı edilirler. Tahmin edilebileceği gibi “istikrarı sağlamak” vaadiyle bir Leviathan’ın ortaya çıkması da oyunun kaçınılmaz kuralıdır. Tüm bu söylediklerimizin, toplumda 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan duygu halini çağrıştırmaması olanaksız.

Toplumu, ürkütülmüş bir sürüyü yönetir gibi yönetmek, Leviathan’ın imkânsız hayalidir. İmkansızdır, çünkü halklar yüzyıllardır, kötü canavarların yenilgilerini anlatan masalları, mitleri dinlemeyi, türküleri söylemeyi her şeyden çok severler.

Ülkede muhalefet yapan legal siyasi yapıların bile iktidar tarafından “terörizmle” bağlantılıymış gibi gösterilmeleri ve “hainleştirilmeleri”, ülkedeki demokrasi kültürüne nasıl etki ediyor?

Muhaliflerin, “terörist” veya “hain” suçlamasıyla karşılaşmaları yalnızca politikacıların kara propagandaları veya medya, sosyal medya aracılığıyla veya güvenlik güçlerinin onlara karşı tutumlarıyla olmuyor; Muhalifler, fiilen işlerlikte olan bir “düşman hukukuna” göre suçlanıp yargılanıyorlar. Yukarıda belirttiğim gibi otoriter rejimlerin, yolunda gitmeyen her şey, her huzursuzluk, düzensizlik, hoşnutsuzluk için suçlayacakları şeytanlaştırılmış ötekilere şiddetle gereksinimleri vardır. Saldırgan, misillemeci bir muhalefet, düşmanlaştırılmaya yatkın bir öteki prototipidir. Eğer tüm kötülükleri boca edebilecekleri hırçın, şiddete başvuran bir muhalif kesim ortada yoksa, mutlaka üretilmelidir. Her tür toplumsal hoşnutsuzluğun müsebbibi olarak damgalanacak “düşman öteki”nin üretimi için, psikolojide çok iyi bilinen iki mekanizma kullanılır; “bölme” ve “yansıtmalı özdeşim”. Muhalifler bölünür ve bir kısmı öyle şeytanlaştırılır, öyle acımasızca adaletsizlikler yapılır ki, aynı şekilde yanıt vermekten başka çareleri olmadığına ikna olurlar ve uydulaşırlar. Uydulaşmak, saldırganlaşarak, şiddete başvurarak, karşındakine benzemek, kendini, kimliğini öfke girdabında kaybetmektir. Türkiye’de özellikle sol muhalefetin “uydulaşarak” düşmanına benzeme ile ilgili deneyimleri az değildir. Ayrıca saldırganlaşarak kendilerini var edebilen sığ siyasetçilerin gündelik siyaset dilleri de muhaliflerini, misillemeci saldırgan bir dille tepki vermeye itebilirse başarılı olabilir. Çünkü bu saldırgan dil onların aşina oldukları, en iyi bildikleri zemindir.   

UYDULAŞMADAN; FARKLI BİR DİL KULLANMAK GEREKİR

Bu tür siyasal polemiklere ülke siyasetinden örnek verebilir misiniz?

İktidar ve muhalefet liderlerinin polemiklerinden iki örnek verirsek: Başbakan Erdoğan, 2012 yılında Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken şunları söylemişti: “Kılıçdaroğlu ne zaman Türkiye’yi yerse, dışarıdan Türkiye’ye övgü geliyor. Tam bahtsız bedevi misali.” Bu dil, “bahtsız bedevi kutup ayısı ilişkisini” çağrıştıran, cinsel şiddet, tecavüz, aşağılama içeren cinsiyetçi bir dil. Bu dile cinsiyetçi, şiddet içeren misillemeci benzer bir dille yanıt vermek, “uydulaşmak”, bu sözlerin sahibine benzemekti. Kılıçdaroğlu şu yanıtı verdi: “Dön aynaya bak, bahtsız bedeviyi göreceksin orada… Ama o çöllerde gezerken aman ha kutup ayılarına dikkat et. Horoza sormuşlar, ‘Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar’ diye ben bilmem ben söyler geçerim’ demiş. Ben de söyler geçerim.” İmamoğlu’nun, başarısıyla ilişkilendirilen dilinin “uydulaşmayan” farkını şu diyalogda görebiliriz: Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul seçimini kazanan İmamoğlu için “bunlar topal ördek” demişti. İmamoğlu’nun yanıtı şöyle oldu: “Topal ördek kastında topal veya çolak gibi engelli tariflerini kastediyorlarsa bence bundan çok alınanlar olur. Bakın Avcılar’da iki kolu olmayan pırıl pırıl belediye başkanımız var. Dünyada nice engelli başarılı insanlar var. Yanlış bir tarif yapmış. Topal olmak, engelli olmak bir eksiklik değil.”

Erdoğan’ın dilinde, bölen, aşağılayan (tecavüz eden güçlü-tecavüz edilen zayıf/kadınsı veya sakat-sağlam) ve karşısındakini ötekileştirilmiş, aşağılanmış (tecavüze uğramış-sakatlanmış) hissederek aynı dille misillemede bulunmaya zorlayan bir kışkırtıcılık var. Muhatabının yapması gereken, bu dilin böldüklerini bütünleştiren, aşağıladıklarıyla özdeşleşen (“iki kolu olmayan ama pırıl pırıl belediye başkanı” gibi), entegratif bir karşı dil kullanmaktır, tabii buna herkesin dili dönmez fakat İmamoğlu’nun dili dönüyor. İmamoğlu’nun, AKP’li bir muhatabına yönelik sıradan bir el hareketinden, “tokat”, şiddet karşıtı sözlerinden, silahlı terör örgütlerine destek çıkartmaya çalışan iktidar yanlılarının yaptıkları mide bulandırıcı manipülasyonlar, tam da yukarıda tanımladığım “uydulaştırarak” kendine benzetip aşağıya çekme operasyonunun başarısız, traji-komik örnekleridir.

Erdoğan’ın bu dilinin siyasette bugüne kadar nasıl karşılık bulduğu, nasıl başarılı olduğu sorusunun yanıtı; muhataplarının yakın zamana kadar ona uyarak “uydulaşmaları” ve ülkenin siyasal ikliminin özellikle tırnak içinde vesayet rejiminin vasilerinin saldırgan dillerinin, bu misillemeci dili, toplum nezdinde geçerli ve etkili kılmasıdır. Örneğin, 12 Eylül dönemi işkencelerini savunmasında, ünlü bir generalin “Bizde ne delikanlılar var copa gerek yok” dediği, bir diğer generalin 28 Şubat döneminde, bir kadın içişleri bakanını “İleri geri konuşmasın, geldiğimizde İçişleri Bakanlığı önünde bir yağlı kazığa kendisini oturturuz” diye uyardığı bir siyasal konjonktürden söz ediyoruz. O muhataplar karşısında, o dönemde, saldırgan, misillemeci bir dil, toplumun geniş kesimlerinin içini soğutmuş olabilir ancak o zamandan bu yana çok şey değişti, artık bu dil toplumu yoruyor, kulağını tırmalıyor. Şunu da eklemek isterim ki Erdoğan’ın başka bir dil öğrenmesi artık çok zor, İmamoğlu karşısındaki sıkışmışlığı da bununla ilişkili.   

OTOROİTER REJİMLERİN VAADİ AŞAĞILANMIŞLIKLA İLGİLİDİR

Kendi uzmanlığınızdan bakınca, ‘dünyaya diklenen ülke/lider’ profiliyle topluma verilmek istenen mesajı nasıl değerlendirirsiniz? Bu strateji, insanlarda nasıl bir duygusal iklim yaratmayı hedefliyor?

Siyasal İslam’ın “nizam-ı alem” ülküsü, yani İslam düzenini dünyaya hâkim kılma ütopyasının dünya gerçekliğine çarpa çarpa veya nizam verile verile geldiği yerdir “diklenen ülke” olma böbürlenmesi. Siyasal İslamcılar başta olmak üzere Türkiye sağının, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması, Cumhuriyetin kuruluşu, hilafetin kaldırılması, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” hedefinin ülküleştirilmesi gibi yüzleşip hesaplaşamadıkları tarihsel travmalarını onarma düşlemlerinin umarsız tezahürlerinden biridir de diyebiliriz. Bu düşlemlerin gerçekleştiriliyor olduğu yanılsamasını yaratmak için iktidar tarafından uygulanan “stratejik derinlik”, somut gerçeklik içinde; “One minute” kabadayılığı, “Mavi Marmara trajedisi”, Münbiç’te devriye gezintisi, “İdlib çaresizliği” vb. halini almıştır. Cumhuriyeti, “Osmanlının 90 yıllık reklam arası” olarak görmek için çırpınanlar, hala bu dünyaya nizam veren “cihan imparatorluğu” düşlemini parlatmaya çalışıyorlar.

Otoriter rejimler, toplumun en azından belirli kesimlerinin kolektif travmalarını, kayıplarını, aşağılanmışlık hislerini onarmayı vaat ederek kitle tabanı edinirler. Hitler, I. Dünya Savaşının yıkıntıları üzerinden, tırnak içinde ‘dünyaya diklenerek’ yükseldi. Türkiye’de sağ iktidarlar, İmparatorluğun yıkılışı ve laikliğin gelişi – “dinin elden gidişi” ile yaşanan travmayı, bir “yeniden diriliş”, “destansı bir altın çağa yeniden dönüş” hamlesinin manivelası olarak gördüler. Yeniden dirilişin, “milli yeniden uyanışın”, cumhuriyetin mağdur ettiği yaralı millet/ümmet öyküsü üzerinden nasıl kurgulandığının ipuçlarını, Necip Fazıl’ın, sağ kesim tarafından çok sevilen şu mısralarında görebiliriz: “yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!…”  “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya”. Sağ ideolojinin “yeniden diriliş” miti, kendisini, gerçekte ağırlıklı olarak sınıfsal nedenlerle vatanında “garip” ve “parya” hissedenleri, “dünyaya nizam vermek” gibi büyüklenmeci bir projenin parçası olmayı vaat ederek mobilize etmek ve/veya teskin etmek ister. Günümüzde Yeni Osmanlıcılık ideolojisiyle vücut bulan bu mit, kitlelere hem çöküş, başarısızlık için bir açıklama hem de gelecek için umut, amaç sunmayı hedefliyor. Cumhurbaşkanının pek çok alanda önemli işler yaptıklarını ancak kültür alanında başarısız olduklarını söylediği başarısızlık, bir boyutuyla da bu ideolojinin, kitlelere yeterince benimsetilememesidir.              

AKP’nin kendi tabanıyla kurduğu bağın son zamanlarda biraz zayıflamaya başladığı görülüyor. İktidarın hikâyesi neden artık eskisi kadar inandırıcı görünmüyor ve seçmen algısını şekillendirmede onların beklediği kadar katkı yapamıyor?

Tipik bir lider partisi olan AKP’nin, tabanıyla bağı, Erdoğan’ın parti tabanıyla kurduğu bağla hemen hemen özdeş. Bu nedenle zayıflayan, öncelikle Erdoğan’ın lider olarak karizması gerçekte. Bir liderin kitlesi üzerindeki gücünü, otoritesini belirleyen, otoritenin, liderliğin şu dört unsurunu yeterli düzeyde bütünleştirebilmesidir: Babalık, efendilik, şeflik ve yargıçlık. Başarılı bir liderde bu unsurlar her zaman çeşitli ağırlıklarda bir arada bulunur. Ülkede yaşanan adaletsizlikler, muhalefetin en ses getiren eyleminin Adalet Yürüyüşü olması, iktidarın “Yargı reformu Strateji Belgesi” hazırlamak zorunda kalması… Erdoğan’ın lider olarak adil olmayı gerektiren yargıç otoritesini yitirdiğini gösteriyor. Toplumun, adaletli olduğuna dair inancını kaybettiği bir liderin, lider olarak kalması “tevbe istiğfar” etse bile olanaksızdır.

Babalık otoritesinin olabilmesi için bir liderin, geçmişin, tarihsel geleneğin devamı olduğunu, o toplumu var eden atalardan el aldığını, yani toplumun varoluşunu borçlu olduğu “toplumsal babaların” mirasını sahiplendiğini göstermesi gerekir. Erdoğan, Hz.Muhammed’in, Bediüzzaman’ın, Fatih ve Yavuz Selim’in mirasıyla Mustafa Kemal’in, İnönü’nün mirasını bütünleştirecek bir söylem üretemediği için “baba otoritesi” dağılarak, toplumun önemli bir kesimi için üvey baba otoritesine dönüştü. Son dönemdeki söylem değişikliği ise samimiyetten uzak.

ERDOĞAN’IN OTORİTESİ BEKA SORUNU YAŞIYOR

Bir liderin, efendinin otoritesine sahip olması, toplumu tehdit eden tehlikelerden, onu koruyup kurtaracak güç ve cesareti göstermesiyle yani riske atılmayı bilmesi, karar alıp eyleme geçebilmesiyle ilişkilidir. Başka bir deyişle toplum, var oluşunu tehdit eden bir sorun yani bir “beka sorunu” olduğuna inanıyorsa lider, efendi olarak otoritesini kurabilir. Türkiye toplumu her şeye rağmen ülkenin bir beka sorunu olduğuna henüz inandırılabilmiş değil, bu nedenle Erdoğan’ın “efendi” olarak otoritesi “beka sorunu” yaşıyor.

Siyasal liderin, şefin veya reisin otoritesine sahip olabilmesi için, gelecekle ilgili projelerinin, öngörülerinin olması gerekir. Örneğin Demirel “baba” olduğu kadar “barajlar kralı”ydı da. Bunu çok iyi bilen ve uygulayan Erdoğan, muhalifleri için “Onlar konuşur biz yaparız” derken veya İstanbul seçimlerinin sloganını “Yaptık yine yaparız” olarak belirlerken, şef olarak otoritesine güvenini, iyi işler yaptığına inancını vurguluyor. Ortadoğu’nun lider ülkesi, “2023 hedefleri”, “en büyük ilk 10 ekonomi”, %100 yerli oto / “Volkswagen!”, duble yollar/”otoban” ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler, her şeyden önce şefin otoritesini besleyip kurmak için vardı. Son genel ve yerel seçimde de görüldüğü gibi, Erdoğan’ın, şef/reis otoritesini kuracak veya sürdürecek herhangi bir çekici projesi artık yok ve yukarıda sayılan gerçekleşmiş projelerin hemen hepsi Numan Kurtulmuş’un dediği gibi “tevbe istiğfar” etmeyi gerektirecek günahlarla dolu. Erdoğan, lider olarak şef otoritesini, İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdi. Onu çılgın projelerin reisi yapan projelerin çoğu İstanbul’da ya da İstanbul’dan geçiyor. Bu nedenle İstanbul’u her ne olursa olsun “almak” istiyor çünkü Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, İstanbul’u yeniden İslam Şehri yaparak toplumsal babalarını selamlayan babalık otoritesini, fetih törenleriyle İstanbul’u yeniden fetheden “efendi otoritesi”ni, Üçüncü Havaalanı, Yavuz Selim Köprüsü, gökdelenleri, Marmaray’ı, Kanal İstanbul ile “İstanbul’u dönüştüren” reislik otoritesini kaybetmek demek.

Erdoğan lider olarak tüm otoritesini bugünden yarına hemen kaybetmeyecek, bu açık, ancak yakın gelecekte,  8-9 yıl öncesine kadar çok farklı kesimleri arkasına alabilmesini sağlayan “hegemonya” siyasetinin tamamen yıkılıp gideceğini ,“Aya duble yol yapacağız” dese  inanmaya hazır bir taraftar kitlesiyle baş başa kalacağını söyleyebiliriz.