İktidarın yönlendirdiği ‘seçmenle’ çatışmaktan vazgeçilip onlarla bağ kurmanın yollarının bulunması gerekmektedir. Sağ popülizmin din ve milliyetçilik temelli samimiyetsiz ve menfaatçi diline müracaat etmekten söz etmiyoruz. Beşer’in on binlerce yılda var ederek yaşama iyi kötü mas ettiği ‘söz ve eylem bütünlüğünden’ söz ediyoruz.

Reel/yerel politiğin bilinçdışı dinamikleri

Murat Müfettişoğlu

Özellikle sosyokültürel açıdan hızla gerileyen ülkelerde ‘reel politikada’ cereyan eden ‘siyasal iktidar-kurumsal muhalefet’ çatışmasında ‘iktidarın’ tabanını manipüle etmesi çoğu zaman sonuç verir. Niyet bellidir: “Milli iradeyi sandıkta tecelli ettirerek” anti-demokratik ve elbette sistemik sömürü koşullarının sürmesini sağlamak. Seçmenin algılarıyla oynamaktan sandıktaki el çabukluğuna kadar uzanan bu süreç, Türkiye gibi ‘her boyutta gerileyen’ ülkelerde ‘reel/yerel politiğin’ karşılığıdır.
Seçmenin peydahlanması ve yönlendirilmesi taktiklerinin bu denli kolay ve sonuca dönük oluşunun nedenleri hakkında daha önce yazmış, ‘parti-taban’, ‘lider-seçmen’ ilişkilerinin bilinçdışı boyutuna kısaca değinmiştik. Bireysel ve sosyal psikolojideki iki önemli kavram söz konusu ilişkilerin kurulumunda esas belirleyenler olarak karşımıza çıkmıştı: ‘Stockholm Sendromu’ ve ‘Katarsis Etki’.

Stockholm Sendromu ve Katarsis Etki
Stockholm Sendromu’nun iki tarafı vardır: ‘rehin alan’ ve ‘rehin alınan’. ‘Rehin alınan’, içine düştüğü kötü koşullar karşısında önce panikler, sonra durumu kabullenir, derken benimser ve savunur, nihayet ‘rehin alanın’ yanında yer alarak resmen saf değiştirir. Kısacası terk ettiği noktadaki ‘kendisine’ ters düşmekten kaynaklanan “saçma” bir durum yaşamaya başlar. Kötü bir durum karşısında paniklemekten, kötülüğü yaratanın safına geçmeye kadar evrilen bu ruh halinin kökeninde, ‘rehin alanın’ yenilemez olduğuna dair inanç yatar. Vatandaşın vatandaşa, emekçinin emekçiye, halkın halka, hatta muhalifin muhalife düşmesinin derin nedenlerinden biri biraz da bununla ilgilidir. Muktedirle baş etmenin bilgisine sahip olmayınca mazlumların birbirlerini yemekten başka seçenekleri kalmaz! “Celladının bıçağını yalamak” deyiminin sadece ‘sürü’ için söylenmediğini, aslında muhalefeti de bağladığını anlamak içinse hayal gücünü azıcık zorlamak yeterlidir.

Aristoteles’in Poetika’sından beri, ruhsal arınma, çözünme, temizlenme vb. haller ‘katarsis etki’ olarak anılmış, Freud’la belli bir biçim kazanmıştır. Kavram; bireyin ve kitlenin ‘duygularını bastırmaktan kaynaklanan sıkıntılarını’ uygun bir alanda boşaltabilmesi anlamına gelir. New York’un suç oranı en yüksek bölgelerinden olan Harlem’de dövüş sporları salonlarının sayısı fazladır. Taşkınlık potansiyeli yüksek siyahi gençler bu salonlarda kum torbalarını döverken –gerçekte dövdükleri ‘şeyin’ yarı bilincinde- katarsis bir ilişki yaşayıp rahatlarlar. O şey bütün kötülüklerin sorumlusu ‘beyaz adam’ da olabilir, anneye şiddet uygulayan baba da. Hitler gibi bir caninin bir milyon Almanı Nürnberg meydanında toplayıp “Heil Hitler!” diye bağırtabilmesinin altında da katarsis boşalma yatar. Kum torbalarını döven ‘siyahi gençler’ ile bir ağızdan bağıran “arî kitlenin” ortak yanları; özgürce gözlemleyen, algılayan, sorgulayan ve tavır alan ‘akıl ve muhakemelerinin’ devre dışı oluşudur.

Ne yapmalı?
Özellikle bugünün Türkiye’sinde, ‘Stockholm Sendromu’ ve ‘Katarsis Etki’ kavramlarının başta ‘siyaset bilimciler’ ve ‘sosyal psikologlar’ tarafından ele alınması önem arz ediyor. Toplumun azımsanmayacak bir kısmı iktidarın manyetik alanına hapsolmuş vaziyette -tabiri caizse- uykuyla uyanıklık arasında sandığa gidip geliyor. Genişleme potansiyeli olduğu halde iktidar tarafından farklı bir alana sıkıştırılmış muhaliflerinse ‘yarı uyur kitleyle’ bağ kurmaları şart; zira habis bir dengeye oturan ülke tablosu tek kelimeyle berbat! Siyaseten acıklı olan da -herhangi bir kurucu aksiyona imkân ve izin vermeyen- bu ‘hastalıklı denge’ durumudur. Şeklen benzer bir “denge” durumu ABD’de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında yaşanmaktadır.

Dinamikleri bizdekinden farklıysa da -son tahlilde- halkın kökten dönüştürme olanağını ortadan kaldırdığı için sömürü koşullarının sürmesini sağlar. Buradan çıkarılacak sonuç: ‘Sistemik iktidarın’ yerlisi yabancısı, feodali moderni olabilir, lakin özleri aynıdır; hiçbiri tam demokratik değildir.

Bizdeki ‘hastalıklı dengenin’ neden olduğu temel sorunları hatırlayalım: ‘Laik ve seküler akıl’ kamusal alandan, ‘laik ve seküler bilim’ okul müfredatlarından süratle tasfiye edilmektedir. Kişi hak ve özgürlükleri daraltılmıştır (olanlarsa Cumhuriyet’in kuruluş döneminden ve 60’larla 70’lerin siyasal kazanımlardan kalmadır). Emek sömürüsünün ve doğa tahribatının önü açılmıştır. Parlamento ve kuvvetler ayrılığı lağvedildiğinden yasama ve yargı mekanizması evrensel normlardan kopartılmıştır. Belki en vahimi; toplumsal değerler ve kültürel birikimler yok olma noktasına gelmiş, ahlaki ve vicdani çıta alabildiğine düşmüştür. (Mevcut) demokratik zemin ortadan kaldırıldığı gibi, pek yakında asgarisini talep etmek de yasaklanacaktır. Gelinen noktada yalnızca reel politiğin değil, komple toplumsal yaşamın organizatörü ‘siyasal iktidardır’, o da hızla ‘tek mercie’ doğru evrilmektedir.

Stockholm Sendromu yaşayacak değiliz. Çok şükür Katarsis Etki’ye kapılmayacak kadar aklımız ve muhakeme yeteneğimiz de var. Kendilerini muhalif hatta konumlandıran tüm akademisyenlerin, bilim insanlarının, entelektüellerin, aydınların, sanatçıların, profesyonel yahut gönüllü siyasetçilerin, demokratik örgüt mensuplarının, aktivistlerin, otonomcuların vb. iktidarın yönlendirdiği ‘seçmenle’ çatışmaktan vazgeçip onlarla bağ kurmanın yollarını bulmaları gerekmektedir. Muhalefetin başka türlü genişleme şansı ne yazık ki yoktur, varsa da sınırlıdır. Sağ popülizmin din ve milliyetçilik temelli samimiyetsiz ve menfaatçi diline müracaat etmekten söz etmiyoruz. Beşer’in on binlerce yılda var ederek yaşama iyi kötü mas ettiği ‘söz ve eylem bütünlüğünden’ söz ediyoruz.

İki haftadır köyümde tatil yapıyorum. Köylülerle -maruz kaldıkları siyasal yönlendirmelerden bağımsız olarak- gerçek varoluş koşulları üzerinden ilişki kurulduğunda kopan (ya da hiç kurulmayan) bağların tekrar kurulabileceğini fark ediyorum. Kurucu siyasetin -bilinçdışı dinamiklerden, çıkar ilişkilerinden ya da “aşkın ülkülerden” azade- yalnızca karşılıklı güven ve birlikte var olma zemininde mümkün olduğunu anlamak için daha kaç yüzyıl geçmesi gerekiyor, merak ediyorum.

Bağlayalım…
Ama önce bir noktanın altını çizelim: Manipülasyon daha çok bir yönlendirme taktiğidir, yönetme tekniği değildir. Daha da önemlisi, tek başına yeterli olması için (siyasal) koşulların ‘olağan’ seyretmesi gerekmektedir. Olağan şartlardan kasıt; iyi kötü işleyen bir ‘yasama-yürütme-yargı sistemi’ ve ‘devlet bürokrasisi’, otomatiğe bağlanmış bir ‘genel-yerel seçim takvimi’, resmi ya da sivil grupların terörize etmediği ‘toplumsal ve siyasal yaşam’, süründüren fakat öldürmeyen bir enflasyon, kontrol altında tutulabilen bir cari açık ve baskılanmış bir işsizlik oranıdır. Yani, ‘iktidar-muhalefet-sermaye’ dengesinin ‘ekonomi-politik’ karşılığı olan ‘müesses nizamın’ işleyiş şartlarıdır. Müesses nizam ise bir sömürü sistemi olarak ‘standart kapitalizmin’ bürokratik ve yapısal parçasıdır. Memleketin şartları bunların çok gerisinde olduğundan yaşamakta olduğumuz musibetin adı gericilikle soslandırılmış ‘vahşi kapitalizmdir’.

‘Olağan seyretmeyen’ şartlara gelince; kuruluşunun 16. yılını kutlayan iktidar partisinin sorumlu olduğu son 7 yılın önemli vakalarını sıralamak yeterlidir: ‘Taktik-stratejik’ birer hamle niteliğindeki kurgu mahkemeler, meşru ve demokratik bir kalkışma olarak Gezi Hadisesi, iktidar bloğundaki çıkar çatışmalarının ardından ifşa edilen yolsuzluklar, FETÖ’nün darbe girişimi, peşinden gelen OHAL dönemi, ekonomik ve diplomatik krizler, içi boşaltılan devlet organları, anayasa değişikliğine karşı yapılan ‘Hayır’ propagandası, hukuksuzluklara karşı yapılan Adalet Yürüyüşü, rejimi değiştirme çabalarından kaynaklanan ilave sorunlar, bütün bu süreçlere eşlik eden bitmeyen Kürt meselesi ve iç savaş, velhasıl KHK’siz yönetilmesi imkânsız hale gelen bir ülke gerçeği!

Böyle zamanlarda kitlelerin manipüle edilmeleri yetmez; onları mobilize etmeniz de gerekir. Ülke dışında ‘aportta bekleyen dış mihraklar’, içeride “vatan hainliğine” soyunmuş ‘muhalifler’ ideal bir mobilizasyon için her daim işe yarar unsurlardır.