Almanya seçi

Almanya seçimlerine bir de uzun vadeli bir perspektiften bakmakta yarar var. Öncelikle CDU ve SPD'nin küçük ayrıntılar bir yana bırakılırsa, neo-liberal Anglo-Sakson modelini benimsemekte, Ren modelini terk etmekte birleştikleri söylenebilir. Peki nedir Ren modeli?

Ren veya Alman kapitalizmi devlet, iş çevreleri ve emeğin endüstriyel modernizasyon amacı etrafında uzlaşmasına dayanan "korporatist'' bir modeldir. Bu model, 90’ların ortası na kadar düşük işsizlik, yüksek ihracat performansı ve makul bir gelir dağılımı sağlamakta oldukça başarılı oldu. Alman refah modelinin İskandinav örnekleriyle karşılaştırıldığında, muhafazakâr bir nitelik taşıdığı; güvenlik ve hiyerarşiyi, eşitlik ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin önüne koyduğu saptaması yapılabilir. Buna karşın devletin ulusunun ekonomik ve sosyal refahından kendini sorumlu hissetmesi zihniyeti Almanya’ya istikrarlı, örnek alınan bir ülke kimliği kazandırdı.

70’ler ve 80’ler boyunca sermaye kesiminin ihracat başarıları ve tatminkar kâr oranları yla yüzü güldü. Emek cephesi ise, yüksek ücretler ve kapsamlı sosyal politikaları %90’lara yaklaşan sendikalaşma düzeyiyle korudu. Devlet de ödemeler dengesinin güçlü, işsizliğin düşük olması nedeniyle sistemi fazla zorlanmadan ayakta tuttu.

90’larda Alman modeli, dört ciddi basınçla zorlanmaya başladı. Birincisi, Ekim 1990’da Almanya’nın birleşmesi gerçekleşti. Böylelikle dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, üstelik 150 milyonluk Orta Avrupa’nın lideri olma potansiyeliyle ortaya çıktı. Birleşmenin ilk dönemde getirdiği talep patlaması zamanla yerini durgunluğa, Doğu Almanya’nın düşük üretkenlik düzeyinin yarattığı sorunlara bıraktı.

İkincisi, dünya ekonomisinde daha yoğun bir rekabetin ortaya çıkmasıyla birlikte Almanya ekonomisi zorlanmaya başladı. "Orta teknolojili'' sanayilerde, yani otomotiv, kimya, sanayi makineleri ve elektronikte Japonya başta olmak üzere, Asya tehdidi kendini hissettirdi. Yüksek teknolojili üretim ve istihdamda, özellikle enformasyon ve biyoteknolojide ABD ve İngiltere’nin gerisine düşüldü.

Üçüncüsü, istihdamın imalat sanayiinden hizmetlere kaymasıyla kısmi zamanlı, parça başı, geçici işler gibi "esnek'' istihdam biçimleri Almanya’da da yaygınlaştı. Çalışan erkek, tam zamanlı ev kadınına dayanan işbölümü kadınların işgücü piyasasına daha aktif katılımıyla ağırlığını yitirdi.

Dördüncüsü, AB entegrasyonunun hızlanması, özellikle makro istikrarı zorunlu kılan Maastrich kriterleri Almanya’nın iç ekonomik sorunları çözmede aktif bir politika izlemesini engelledi. Portekiz, İspanya, İrlanda ve Yunanistan’ı n en fazla yararlandığı tarım ve bölgesel fonların en ağır yükü Almanya’ya kaldı. Bu biraz da AB’nin özellikle Fransa’nın birleşme sürecine yol vermesinin, Almanya’nın tartı şmasız en büyük Avrupa ekonomisi olmasını kabullenmelerinin bedeliydi.

Helmut Kohl liderliğindeki 16 yıl süren, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen liberal-muhafazakâr koalisyon Alman kurumlarını AngloSakson piyasa modeli paralelinde yapılandırmaya girişti. Alman şirketleri güçlü sendikalardan, yüksek emek maliyetlerinden, kapsamlı düzenlemelerden ve bürokrasiden şikayet’le, dünyadaki neo-liberal yeniden yapılanmanın istedikleri ülkeye yatırım yapma olanağını da bir sopa gibi sallayarak istedikleri tavizleri bir bir kopardı.

İşte bu sürece Alman halkının, özellikle emekçi kitlelerin tepkisi Ekim 1998 seçimlerinde ortaya çıktı. SDP’nin orta sınıfın desteğini alabilmek için klasik sosyal demokrat Oscar Lafontaine’i geri plana iterek, merkeze yakın Schröder’i Şansölye adayı yapma stratejisi meyvesini vermişti. Lafontain’e de maliye bakanlığı düşmüştü.

Lafontaine, ayağının tozuyla yüksek gelire yüksek vergi öngören, ekolojik kaygıları gözeten bir reform hazırlığına girişti. Amacı sosyal devleti yeniden canlandırmaktı. Dev yirmi Alman şirketinin buna tepkisi, reformların uygulanması halinde ülke topraklarını kitlesel biçimde terk etmek oldu. Zaten 1995’ten beri Siemens, Daimler Chrysler, Hoest, Volkswagen gibi firmalar düşük ücret, düşük vergi cennetlerine hicret edip 1 milyon istihdamı da beraberlerinde götürmüşlerdi. Schröder bu basınca dayanamayınca Lafontaine’i kurban edip, yerine sağcı Hans Gıchel’i getirdi. Vergi reformunun sorumlusu da Bayer’in üst düzey yöneticisi Hans Gıchel oldu. Bu belki Alman yakın tarihinin en önemli dönüm noktasıydı. Sosyal demokratlar da neo-liberal basınca teslim bayrağı çekmişler, Ren modelini çöpe atmışlardı.

Çok eleştirilen, "Gündem 2010 Reform Paketi'', "Harzt IV İş Yasası'' özetle, bu savruluşun beklenen sonuçlarıydı. Esasında Merkel’e verilen oylar dümeni neo-liberalizmin esas sahiplerine bırakma anlamı taşıyor. Schröder tercihi ise yalnızca siyasi ve kültürel muhafazakârlığ a tepki olacak. Neo-liberalizme direnmeye kararlı olanların umudu ise, içinde Lafontaine gibi geleneksel sosyal demokrat unsurlarla, daha çok Doğu Almanya’da etkili demokratik sosyalist PDS’yi bulunduran Sol Parti.