Cannes Film Festivalinde Kısa filmi Altın Palmiye için yarışan Rezan Yeşilbaş’ı tanımadan önce “Sessiz-Be Deng” filmini tanıdık. Ve filmin güzelliği ve ustalığına duyduğumuz hayranlıkla kendisini bir an önce tanımak istedik. 23 Mayıs’ta Cannes’a gelen Rezan ve eşi Beyza ile tanıştıktan sonra, hislerimizin bizi yanıltmadığını anladık. Bu denli duyarlı bir gözün sahibi ancak bu denli aydınlık ve derin genç olabilirdi... Cannes’da kaldığı kısa süre içinde keyifli sohbetler ettik, ayrıntılı söyleşiyi Cannes dönüşü uğradıkları Paris’e bıraktık.  

27 Mayıs gecesi Rezan Yılmaz Güney’den tam otuz yıl sonra ikinci Altın Palmiyemizi aldı. Rezan’ın yaşam öyküsüne ilişkin ayrıntıları medyamız kapıştı, yalan yanlış başlıklarla olayı ülkemiz insanının en çok okuduğu kategoriye, yani magazin haberine dönüştürmek için adeta yarıştılar. Filmin Paris’teki gösterimi için gelen Rezan’ı “çılgın kalabalıktan uzak” yakalayıp, sinema, ustalar, Yılmaz Güney, biraz da ödül hakkında BirGün okurları için söyleştik.  

Öncelikle büyük bir başarıya imza attın. “Sessiz-Be Deng” Altın Palmiyenin ötesinde genel olarak çok beğenildi. Ödülü verdikten sonra Jean-Pierre Dardenne ne dedi sana sahne arkasında? 

Filmimden çok etkilendiğini, özellikle ayakkabı sahnesinin sinema tarihine girecek bir sahne olduğunu söyledi. Ardından da “seni dikkatle takip edeceğim” dedi. Düşünsenize! Böylesi büyük bir ustanın elinden ödülü almakla kalmadım, bana övgüler yağdırdı. Altın Palmiye’nin kendisi kadar değerli bu sözler...

 

Okurlarımız için sinema dünyasına giriş sürecinizi anlatır mısınız? 

Ben aslında çok küçük yaşımdan itibaren anlatmak istediklerimi ifade edebileceğim bir yol arıyordum. Herşey 1986 Ağustos’unda Diyarbakır’dan İstanbul’a bizi getiren üç günlük tren yolculuğu ile başladı. İstanbul’a geldiğimde bize hiç benzemeyen çocuklarla tanıştım, ilk kez Batı’da yaşayan çocukları görüyordum. Bizim gibi değillerdi, aile yapısı başta, kültürel olarak benzemeyen birçok özelliklerini gördüm. Bunu fark edince, onlarla bir iletişim dili oluşturmaya başladım, çünkü dil olarak kendimi ifade etmekte ciddi olarak zorlanıyordum. Diyarbakır’da öğrendiğim Türkçe, İstanbul’da geçmiyordu. Çünkü çok ağır bir şive ile konuşuyormuşum, tabii ben bunun farkında değildim. Bir de İstanbul’a geldikten sonra, Doğuda yaşadığımız hayatın çok farklı olduğunu anladım. Bence insanlar kültürel olarak birbirleriyle bir şeyler paylaşmaya başlarlarsa, birbirlerini anlamaya başlarlarsa, o bir zenginliğe dönüşüyor. 

Benim merak ettiğim de tam bu zaten, farkılılıklarınızın farkına varmak sende nasıl bir şey tetikledi? Ne anlatmak istiyordun da anlatamadın yaşıtlarına? 

Daha sonra anlatabildim elbette, ama zaten benim anlatmak istediğim de bu farklılıklar idi. Örneğin, her tanıştığım Türk çocuğunun Kürtlere yaklaşımı değişmiştir. Bir diyalog oluşturduğunuz zaman, bir dil oluşturmaya başladığımız zaman aslında birbirimizden çok farklı olmadığımızı görüyoruz. Bunu dokuz yaşımda keşfedince, hayatımın artık bütün alanlarında bu yaklaşımı kullanmaya başladım. Üniversitedeki, askerdeki arkadaşlarıma Kürtleri anlattım.  

Kürtleri hiç tanımayan, tanımak da istemeyen bir toplumun çocuklarına Kürtler nasıl anlatılır? 

Kastamonu’daki kapı komşumuzun oğlu bir gün bana “Yahu siz de bizim gibi normal insanmışsınız!” demişti. Bu çok travmatik bir durum, çünkü insanlar gerçekten bizi tanımıyorlar. Oturduğunuz yerden Güneydoğu’ya, Kürtlerin oradaki durumuna bakamazsınız. İnsanlara sistemin ezberlettiği çok faşizan bir durum var. Halbuki bunun ötesine geçebildiğimizde, aynı kültürün, aynı ülkenin insanları olarak birbirimizden çok da farkımız olmadığını görebiliriz. 

Onların sizleri hiç bilmediğini oraya gidince anladın... Peki ya sen İstanbul’a göçmeseydin, bu farklılıkların fark edebilecek miydin? 

 Doğrusu ben de onları tanımıyordum. Bizim dışımızdaki insanları orada tanıdım. Diyarbakır’da ilkokula başladıktan sonra “Türk” olgusunu tabii ki farketmiştim, zira o dille karşılaşmıştım. Ama İstanbul’da daha farklı bir şey vardı, “bize benzemiyorlar”ın alt metninde “bizim yaşadığımız zorlukları da yaşamıyorlar” vardı. Türkler tamamen buranın sahibi gibi davranıyorlardı. Bizde hiç olmayan bir rahatlığa sahiptiler. Bu bende çok ciddi soru işaretleri oluşmasına neden oldu. “Ne farkımız var? Niye onlar bu kadar rahatken biz hep birşeylerden çekinmek, birşeyleri saklamak zorundayız? ” diye sorguladım hep. Her yaptığımız hareketle annem veya babam “Aman dikkat” derlerdi. “Kürt olduğunuzu söylemeyin” dediklerinde, niye söyleyemiyordum? Babamın hapiste olduğunu da gizledik, oysa insanın hayatta bir duruşu olmalı. Babam da bu duruşundan dolayı hapse atılmıştı, utanılacak bir şey yapmamıştı ki! Babamla küçükken de, şimdi de hep gurur duydum. 

Sinemayı ifade aracı olarak kullanma kararın nasıl bir süreçten geçti? 

Ben farklılıkları Türkiye’de yaşayan herkese birer birer anlatma şansı bulamayacağıma göre, bunu en geniş kitlelere ulaştırma şekli sinema diye karar verdim. Sinema sayesinde, bu topraklarda yaşayan insanların o farklılıkları görmesini, bir empati duygusu oluşturmasını istiyorum. Çünkü bunu yapmadığımız sürece ülkenin kültürel zenginliklerini kendi elimizle yok etmiş oluyoruz. Ben kendime hep soruyorum mesela, Osmanlı döneminde yüzde otuz nüfusu olan Ermeni halkı nerede? Rumlar nerede? Bu insanlar nereye gitti? Bu insanların nüfustaki yoğunluğu bugün aynı olsaydı, biz ülke olarak çok daha zengin bir ülke olurduk. Ben buna inanıyorum.  

Anladığım kadarıyla mantığa aykırı olsa da askerlik döneminde yoğun bir okuma dönemin olmuş... 

Bütün okumalarımı tabii ki sadece askerde yapmadım ama askerlikte yoğunlaştırdım. Çünkü kendime ayıracak çok zamanım vardı. Sakıncalı olduğunu bildiğim kitapların dışında yanımda çok sayıda kitap götürmüştüm. Bir buçuk yıl boyunca “bundan sonra ne yapmalıyım?” sorusuna cevap aradım.  Askerde tabii Batı dışında da Türkiye’nin 81 vilayetinden de insanlar geliyor. Ben birçoğuyla ilk kez karşılaşıyordum. İlk adımı atmaktan da hiç çekinmediğimden, birçok ilişki inşa edebildim.  

“Sessiz”, “Hüküm”den sonra “Kadın üçlemesinin ikinci filmi. Şimdiden evrensel bir dil yakalamanı sağlayan “sessiz ve yalnız bırakılmış” kadınları bize anlatır mısın?  

Benim genel karakterimi annem, babaannem ve küçük halam belirledi. Küçüklüğümden beri kibire dönüştürmeden özgüveni yüksek biri oldum. İki yıl yanında kaldığım babaannem çok kuvvetli bir kadındır, dominant yapıya sahiptir. Bu özgüveni o verdi bana. Annemden ise hümanist dediğimiz bu duyguyu aldım. Annem dünyaya iyilikle bakan bir insan. Bir sürü olay yaşamasına rağmen, metanetini kaybetmeden, insanlara karşı iyi olmaya devam ediyordu. Bazen bana da yansıyan bu iyiliği hırpalanmaya açık olmakla özdeşleştiriyorlar ama ben insan doğasının özünde iyilik olduğunu düşünüyorum.  Bu bakışımda çok yakından gözlemlediğim annemin etkisi çok büyük. Filmi çekerken de zaten annemi izler gibi çektim. Dört yaşıma kadar beni büyüten küçük halamdan ise içimin temizliğini aldım.  

Kadınlarla ilgili bu hassasiyetin çok sevindirici. Doğrusu, sevdiğim tüm ustalarımız dahil, Atıf Yılmaz dışında kadınları severek ve kamerasıyla okşayarak perdeye aktaran bir başka Türkiyeli göz çıkmamıştı. Bundan sonra da kadınlar filmlerinde aynı yeri muhafaza edecekler mi? 

Sinema yaptığım sürece kadınlar benim için hep özel bir yerde duracaklar, onlara hep özel bir bakışım olacak çünkü genel olarak kadınların çok geride bırakıldıklarını ve ezildiklerini düşünüyorum. Özelde Kürt kadınlarının, ama genelde tüm Türkiye kadınlarının dışarıda tutulmaları beni çok etkilemiştir. Örneğin bir misafir geldiğinde sabahtan akşama kadar çalışmalarına rağmen, onlara sonuçta çok az bir yemek kalırdı. Küçükken bunun nedenini anlayamazdım. Bütün cefayı çekmelerine rağmen, gereken saygıyı da görmüyorlar.  

Gelelim sinema serüveninin başlangıcına. Askerlikte sinema yapmaya karar verdin. Sınava girip Marmara Üniversitesi sinema tv bölümünü kazandın. Aradığını buldun mu bu eğitim sürecinde? 

Sinema bölümü değil, genel olarak Türkiye’deki üniversite eğitiminin seviyesi benim için biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim. Üniversiteye gitmeye karar vermemde, kısa dönem askerliğe gelen üniversite mezunlarının algılarının ne denli kapalı olduğunu görmem büyük etken oldu. “Bunlar üniversite mezunuysa ben de gidebilirim” dedim. Okuldaki şansımız, dönem arkadaşlarımla çok sağlam bir ekip kurmak oldu. Barış Hancıoğulları, Cem Öztüfekçi, Can Islakoğlu, Kadir Şahin ve ben birbirimizi hep besledik. Bir sürü kısa film çektik ortak olarak. Hüseyin Karabey bize ders veriyordu, onunla karşılaşmamın da çok etkisi oldu. Okulun en büyük faydalarından biri yeni Türk sineması ve dünya sinemasıyla tanışmak oldu. 90’lardan sonraki filmleri izlerken, Zeki Demirkubuz diye birinin olduğunu öğrendim, Nuri Bilge Ceylan’ı keşfettim.  

Yabancı ustalardan kim etkiledi seni? 

Kurosawa beni çok etkiledi. Çok hümanist bir dili olduğunu düşünüyorum.  Hem kendi kültürüne düzeyli bir yaklaşımı var, hem de aynı zamanda evrensel bir dünya kurulabileceğini gösteriyor. Onun dışında Tarkovski’nin sinemasını çok seviyorum. Türkiye’de beni en çok çarpan Zeki Demirkubuz oldu. Ben şöyle yaklaşıyorum: bizim insanımızı en doğru ve en gerçekçi anlatan o. Yeni Türk sinemasını keşfederken, bir yandan da okuldan sonra birinin yanında asistanlık konusu gündeme geldi. Bir sürü film izledim, beni etkileyen iki sinemacı vardı, biri Zeki Demirkubuz, diğeri de Nuri Bilge Ceylan. Pratik olarak bir şeyler öğrenebileceğim insanların yanında çalışmak istiyordum. Bütün sıkıntılarıma rağmen başka kimsenin yanında çalışmadım ve bunda direndim. Taa ki okulu bitirdim, bitirirken de Kadın Üçlemesi’nin ilk filmini çektim ve Zeki Demirkubuz’la ve Nuri Bilge ile tanışma fırsatını yakaladım. 

Nasıl oldu bu karşılaşma? 

“Hüküm”de Yüksel Arıcı ve Nazan Kesal oynamıştı. Yüksel ağabey sayesinde Zeki Hoca ile, Nazan sayesinde de Ceylan ile tanıştım. Nuri Bilge benim filmimi beğenip çok güzel şeyler söylemişti bana. Çok ilginçtir, “Hüküm” filmi, iki sevdiğim yönetmenin ortasında bir şey oldu zaten. Zeki Hocayla karşılaşmamızın hemen akabinde sonra sadece beni götürdüğü üç dört günlük Zonguldak’ta mekan gezisine çıktık. “Kıskanmak” için başbaşa yaptığımız gezi benim için çok önemli bir dönüm noktası. Onunla zaman geçirme, konuşma, mekan gezmek çok etkileyici idi. Benim için Zeki Demirkubuz çok önemli birisi. Yaşayanlar içinde en beğendiğim yönetmen olduğu için benim için biraz Yılmaz Güney ile çalışmak gibi oldu. Birlikte çalışmaya başlayınca kişiliğine de inanılmaz saygı duymaya başladım. Hayatı çok düzgün ve sağlam yaşayan bir adam. Biz artık onunla usta-çırak, ağabey-kardeş, baba-oğul gibi çok yakınız.  

Sinemanı nasıl etkiledi bu birlikte çalışma? 

Benim sinemayı pratikte nasıl yapmam gerektiği ile ilgili çok büyük öğretileri oldu. Gerçi ben ona “Kıskanmak”ta asistanlık yapmadım. Bana “Senin üç aşağı beş yukarı nasıl filmler çekeceğin belli oluyor, yapım konusunu öğrenmen lazım, bugün ben film çekebiliyorsam yapımı, parayı nasıl kullanmam gerektiğini öğrendiğim içindir. Asistanlık çok önemli değildir, sen dışarıdan da beni izlersin” dedi. “Yok illa ki asistanlığını yapacağım diyorsan yap, ama beni dinlersen yapma” dedi. Başta biraz hayal kırıklığı yaşadım, ama sonra o yapımın neye tekabül ettiğini öyle güzel anlattı ki bana, ikna oldum. Normalde film biter, bütün ekip dağılır. Zeki Hoca beni tutmaya devam etti. Bu sefer de birlikte post-prodüksiyona başladık. “Kıskanmak”ın kurgusunda, renginde, sesinde, 35 mm’ye aktarımında beni hiç yanından ayırmadı. Bütün o süreçleri tek tek öğretti bana. Bir film çekerken meselen anlatmak istediğin şeydir. Onun dışındaki herşey ayrıntıdır. Bir hikayen varsa, ona bir yaklaşımın varsa, bir ruh katmaya çalışıyorsan bütün diğerleri önemsiz hale geliyor. Önce bunları öğrendim. Mesela ilk filmimde yirmi beş kişilik bir ekiple çalıştım, “Sessiz-Be Deng”de yedi kişiye düştü. Yedi kişiyle iyi film, yirmi beşle kötü film çekilir demek istemiyorum, sadece doğru yedi kişiyi bulmak önemli. Bütün ekibin en iyisini bulmaya çalışmak. Nicelik değil nitelik önemli.  

Sanırım Kıskanmak’tan sonra başka yapımlara da imza attın... 

2008’den itibaren birçok yapımda yer aldım. “Babamın Sesi”ni yaptım. “Unutma Beni İstanbul”u yaptım. Yapımın şöyle bir faydası oldu bana: çalıştığım her yönetmeni asistanı olmadan nasıl çalıştığını gözlemledim.  

Herşey çok hızlı gelişmiş, birden kendini çorba kazanının içinde bulmuşsun anlaşılan... 

Evet, ama doğru yerde doğru zamanda olabilmek için çok sabrettim, çok sıkıntı da çektim. Bekledim, çünkü bir şeye inanıyorsanız onun için doğru zamanı beklemek lazım. Ben sinema yapmaya karar verip, yeni Türkiye sinemasını tanıdığımda, bana en büyük faydayı sağlayacak iki insanı hissettim zaten. Nuri Bilge olsaydı onunla da çalışmayı çok isterdim ama her zaman Zeki Hoca’ya kendimi çok yakın hissettim. Gönlümde hep Zeki ile çalışmak vardı, o da oldu. Bütün bu süreçlerden hiçbir şikayetim yok.  

Yapım işlerinden sonra sıra geldi “Yeraltı”nda asistanlığa... 

Biz “Yeraltı”nda da başlangıçtan itibaren çalıştık. Önce yapımı İstanbul’da ben yaptım, Ankara’da da Başak Emre vardı. Ankara’ya gidince de “sen rejiye geç” dedi. Yeraltı’nın benim açımdan önemli yanı da, rejiye ilk geçişim olması.  

Asistanlık sürecinde ne öğrendin Zeki Demirkubuz’dan? 

Bir kere bir filme, bir meseleye nasıl bir sadelikle yaklaşmam gerektiğini öğrendim. Öte yandan, her çekim yaptığımız gün bana yeni bir şeyler öğretti, yeni ufuklar açtı. Önceki deneyimlerim “Yeraltı”ndakilerle buluşunca, bende değişik bir durum oluşturdu.  

Kendi eserine bakışın mı değişti? 

Evet. Yaklaşım meselesi. “Sessiz”de ben aslında Zeki hocanın sinemasına çok benzeyen bir film yapmadım. Ondan öğrendiğim herşeyi kendi duygularımın süzgecinden geçirerek, kendime ait bir şey çıkartmaya çalıştım. Bir başka şey daha öğrendim ki, çok değerli bir katkı oldu bana. Zeki Hoca belki sinema tarihinde gördüğüm en iyi planlardan birini çekti “Yeraltı”nda. Ve onu kullanmadı. Genelde yönetmenler film çekerken, özellikle bizim gibi genç yönetmenler, çektiğimiz herşeye aşık oluyoruz ve çektiğimiz herşeyi kullanmaya çalışıyoruz. Halbuki bütün mesele o çektiğimiz sahnenin filmin bütünlüğü içinde bir anlamı ve yerininin olup olmadığı. Bunun temel meselesini ben Zeki Hoca’dan öğrendim. Filme bir katkısı yoksa, dünyanın en iyi sahnesini de çekmiş olsan, onu kenara koymak zorundasın. Bunu ahlaken yapmak zorundasın. 

Bu çok zor bir şey değil mi? Bunu nasıl nitelemek gerekir? Bu bir tevazu mudur, ustalık mıdır, olgunluk mudur? 

Zor ama ben bunu Zeki hocadan çok net gördüm. Bu benim için inanılmaz bir deneyim. Ustalıktır bence. Filme yaklaşımını çok net belirliyorsa bir yönetmen, doğru bir duruş sergiler. Bana öğrettiği en önemli şeylerden biri budur.  

“Sessiz-Be Deng”e Yeraltı’na başlamadan önce mi başladın? 

“Yeraltı” başlamadan önce senaryo hazırdı ve ben Belçim’i (Bilgin) bulmuştum. Belçim “Unutma Beni İstanbul” filmlerinden birinde oynamıştı. Eğer Kürtçe bir hikaye anlatıyorsanız, dili konuşan birinin olması gerekiyor. Bizim en büyük zorluğumuz da bu, çok fazla yetişmiş ve Kürtçe bilen oyuncular yok. Dolayısıyla Belçim hem oyuncu olarak beğendiğim biriydi, hem de sezgisel olarak benim anlatmak istediğim şeyi çok iyi anlayacağını hissetmiştim. Hakikaten de öyle oldu. Erkek oyuncuyla ilgili olarak da, Cem Bender’in bir fotoğrafını görmüştüm, benim filmde erkek oyuncuda görmek istediğim ifadeye çok yakın buldum. Fotoğrafı görür görmez de “budur” dedim. Aslında kısa film olması, beni tanımamaları bir etken olabilirdi, ancak senaryoyu okuyunca çok etkilendiler. “Yeraltı”nın çekimleri bittikten, Zeki hoca için filmi kurguya oturacak hale getirdikten sonra, ben Şubat 2011’de Diyarbakır’a mekan tespitine gittim. Orada yapımla ilgili ve mekanlarla ilgili herşeyi tamamladım. Çekime ise Nisan 2011’de başladım. Üç günde tamamladık.  

Gelelim çocuklara. Özellikle bir tanesinin üzerinde çok duruyorsun. Çocukları çekmekteki ustalığa nasıl eriştin? Zeki Demirkubuz’un dünyasında çocuklara pek yer yoktur... 

Ben çocukluğumu hiç unutmadım. Çocukluğumla çok yaşayan birisiyim, çünkü bende derin izler ve zenginlikler bırakmış bir dönemdi. Dolayısıyla o bakışı hep korumaya çalışıyorum, onun peşinden gitmeye çalışıyorum. Çocukları çekime gittiğimizde buldum, esas çocuğu oynayan oğlan aslında hesapta yoktu, diğer çocuklar gelirken o da merakından yanlarında gelmişti. Ama hemen dikkatimi çekti. Çok farklı bir bakışı vardı. Çocuğun içinde bir derinlik ve kendime çok yakın bir duygu hissettim. Onu hemen çağırdım yanıma. Diğerleri üzüldüler ama bu da Zeki Hocadan öğrendiğim şeylerden biri. Meseleye borçluluk hissiyle yaklaşmak yerine, filmin temel derdiyle yaklaşmak gerekir. Orada angajmanlarımız vardı ama, film yaparken o başka bir şey. Doğru olan kişileri seçmek gerekiyor.  

Peki kadınlar gibi çocuklar da yer almaya devam edecek mi filmlerinde? 

Evet, edecek.  

Yakın planları ustalıkla kullanmak ciddi bir olgunluk ister, bu notkaya bu kadar çabuk nasıl eriştin? 

Tamamen sezgisel bir şey. Ama yakın planla ilgili, Hüseyin Karabey’in bize ders verdiği dönemde Attila İlhan’ın şiirine gönderme olarak “Ne kadınlar sevdim” diye bir dakikalık film yapmıştım. Orada mesela Hüseyin ağabeyin ilk dikkatini çeken şu olmuştu: “Rezan neden devamlı yakın plan kullanıyorsun?”. Çok kötü yakın planlar çekmiştim, teknik olarak da herşey dökülüyordu zaten. Ama o ilk deneyimden sonra yakın plandan vazgeçmedim. Yakın plan seviyorum, çünkü ben hayata hep yakından bakmaya çalışıyorum. Herkesin, herşeyin ayrıntılarını görmeye çalışıyorum. Bu yüzden de yakın benim için çok zenginleştirici ve doğru bir seçim. Bu filmde de annemi en yakından ve en doğru açıdan izlemeye çalıştım.  

Belçim Bilgin son derece başarılı oyunuyla yakın planların hakkını da veriyor. Oyuncu yönetimin nasıl geliştirdin? 

“Hüküm”de oyuncu yönetme konusunda çok daha acemiydim. Yapmak istediklerimi tam yapamadım aslında. Filmi seviyorum, belli bir noktaya kadar anlatmak istediklerimi anlattım ama  yine de içimde olan ama bir türlü yansıtamadığım şeyleri “Sessiz”de daha iyi aktardım. Memnun kalmayacağım hiçbir şeye “tamam” dememeyi de öğrendim. Hissiyat olarak almak istediğim herşeyi almak için çaba sarf ettim, ama oyunculara, ekibe ruh olarak doğru şeyler anlattığım için, onlar benim ne yapmaya çalıştığımı çok iyi algıladılar. 

Bir de pek kimsenin bilmediği bir de oyunculuk deneyimim var, o sıralar çalışmakta olduğum oyuncu yönetimimde çok işime yaradı. İlk çalıştığım büyük yönetmen Macid Macidi. İstanbul’da 2007’de “Mavi” diye bir kısa metraj çekiyordu, ben orada başrol oynadım. Ondan da çok şey öğrendim. Çok değişik bir adamdı, beni görür görmez “bu çocuk” dedi. Onun bana söylediği bir lafı hiç unutmuyorum. “Biz büyük yönetmenlerin hepsini izledik. Antonioni, Bergman, Kurosawa’yı izledik. Ancak bizim kültürümüze yakın bir büyük sinemacıya çok ihtiyacımız vardı ve Yılmaz Güney bizi bu yüzden çok etkiledi” dedi. İran’daki adam Yılmaz Güney’i doğru okuduğu için Macidi gibi filmler yapabiliyor.  Ya da Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu film yapmaya “Yol”u izledikten sonra karar veriyor. Bugün sol ya da islamcı filmler yapanların durumu ortada. Ben hep onu diyorum: biz Yılmaz Güney’i yanlış anlamışız. Bunu kırmak gerekiyor. Sadece ideolojik bir adam değil, sadece kalıpsal laflar eden biri değil, büyük bir sinemacı. Bunu doğru anlamamız lazım. Solcu ve slogan atan filmler yapmış gibi algılanıyor. Halbuki öyle bir adam değil. Yılmaz Güney hem Kürt toplumunu, hem Türk toplumunu ciddi bir şekilde gözlemlemiş, her ikisini de eleştirebilecek düzeye gelmişti. “Sürü”de Kürtlerin feodal yapısını yerden yere vuruyor. Ana karakterinin sırtında taşıdığı kadın da hiç konuşmaz. Çünkü Kürt kadınlarının sözü yoktur. Türkçe bilmemenin dışında, kendi ailelerinin içinde de dilsiz bırakılan kadınlar. Buralardan yaklaşırsak Yılmaz Güney’e, hem kendi toplumumuzu doğru okuruz, çünkü yabancılaşmaya başlıyoruz onlara, hem de sinema yapma meselesini çok doğru bir temele oturtmuş oluruz. Ders almış oluruz. Bunlar çok önemli şeyler.  

Aynı ekiple devam edecek misin? 

Bir kere ekibimi çok seviyorum. Hepsi çok yürekli insanlar. Özellikle görüntü yönetmenim Türksoy Gölebeyi ile kesinlikle devam edeceğiz.  

Yeni projeler sırasıyla neler? Önce üçlemenin son filmi var herhalde... 

Evet. Üçlemenin her filmi ayrı bir hikaye aslında. Sadece kadınların ismi aynı, üçü de Zeynep. 

İlk uzun metrajının senaryosu hazır demiştin. Kimse okudu mu şimdiye kadar, eşin Beyza dışında? Ne zaman başlıyorsun? 

Beyza’dan başka okuyan olmadı. Hikayesini Zeki Hoca’ya ve birkaç kişiye daha anlattım. O da temelde bir dil meselesi ve bir dede-torun hikayesi.  

Nerede çekeceksin filmi? 

Mekanla ilgili bazı değişiklikler olabilir. Ama 2008’de bununla ilgili bir buçuk aylık bir Türkiye gezisi yapmıştım, çünkü film bir yol hikayesi, yol filmi. Aslında o zaman yazdığım şeklinde film buradan, Paris’ten başlıyordu. Belki değişir ama şu andaki hikaye böyle.  

Cannes’a dönerek bitirelim. Festival yönetimi, jüri neler söyledi filmin için? 

Öncelikle festivalin yöneticilerinden Christian Jeune “filmler iyi olabilir, kötü olabilir. Bizim burada esas bulmaya çalıştığımız şey yepyeni bir yönetmen keşfetmek. Senin filmin zaten çok iyi, ama o keşfetmeye çalıştığımız yönetmeni de bulduğumuzu düşünüyoruz, o da bizi çok mutlu ediyor” dedi.  

Cannes’daki başarını birlikte yaşadık. Tek bir sorum olacak bu olağanüstü serüven ile ilgili: dört günlük maceradan kalbinin en derininde taşıyacağın hatıra ne olacak?  

Jean-Pierre Dardenne’den “Sessiz-Be Deng”i duyduğum anı hiç bir zaman unutmayacağım.