Roman türünün bu sorulara yanıt bulabilmek adına önemli bir alan teşkil ettiği kanaatindeyim

Romanın devrimci niteliği

FERİT BURAK AYDAR*

Bir edebiyat türü nasıl ortaya çıkar? Üstün bireylerin dehasının ürünü müdür, yoksa toplumsal koşulların doğurduğu nesnel öğelerin etkileşimiyle mi doğar? İkinci görüş tarihte bireyin rolünü tamamen yok saymaz mı? Daha önemlisi, edebiyat ya da genel olarak sanat eserleri ve türleri belli toplumsal koşulların ürünü olarak ortaya çıkıyorsa, Marx’ın en önemli eserlerinden biri olan Grundrisse’nin girişindeki Yunan sanat eserleri sorunsalına atıfla söylersek, başka bir çağda ortaya çıkan sanat neden bu maddi koşullar ortadan kalktıktan sonra da bize haz vermeyi sürdürür? Bu sadece bir nostalji midir?

Roman türünün bu sorulara yanıt bulabilmek adına önemli bir alan teşkil ettiği kanaatindeyim. Romanın kökenleri, doğuşu ya da yükselişi konusundaki teorik tartışmalar, romanı kapitalizmin yükselişiyle ilişkilendirmekten neredeyse tarihüstü yaklaşımla romanı zaten her zaman var olmuş bir tür olarak gören yaklaşıma, kapitalizmin ilk ortaya çıktığı Avrupa’dan henüz kapitalizmin esamisinin okunmadığı Japonya’ya yerleştiren yaklaşıma kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.

Ben burada meseleyi tarihsel-toplumsal bir bağlama oturtmanın ne sanatın özerkliğine halel getirdiğini ne de bireyin (“dâhilerin”) rolünü yok saydığını savunacağım

•••

Feodal çağın başlangıcına akınlar (Arap, Macar, İskandinav) yüzünden haşatı çıkan Avrupa’nın uğradığı yoğun nüfus kaybı, işlenebilirliğini yitiren toprağın kötü durumu ve bu topraklar üzerinde geniş alanlara yayılmış kopuk insan toplulukları ile bunların stabilite yokluğu üzerine kurulu karşılıklı bağımlılık ilişkileri damgasını vurmuştur. Feodalizm öncesi görece ileri üretim tarzının sonucu olan bayındırlık eserleri (yollar, köprüler vs.) de harap durumdaydı. Feodalizm bu çöküşün yeniden yapılandırılması olarak karşımıza çıkarken, buna genel bir güvenlik eksikliği de eşlik etmiştir. İstilaların yarattığı istikrarsızlık ortamı gerek egemen sınıfları gerekse de çalışanları (üstelik genel kanının aksine çoğu zaman bu ikincisini) karşılıklı birliktelikler aramaya itmiş, feodalizm bu güvensizlik (stabilite yokluğu) temeli üzerinde yükselmiştir.

Marc Bloch Feodal Toplum adlı eserinde,1 ortaçağın erken dönemlerine damgasını vuran karmaşıklıkların çoğu durumda insanları daha da birbirlerine yakınlaşmaya teşvik ettiğinden bahseder. Fakat insanların al takke ver külah yaşadıkları bu topluluklar arasında geniş boşluklar uzanmaktadır. Böylece dağınık nüfuslu insan öbekleri arasında iletişim ve ulaşım açısından birçok engel bulunmaktadır.

Onuncu yüzyılda Avrupa’ya güneyden Müslüman Arapların, doğudan Macarların ve kuzeyden İskandinavların gerçekleştirdiği istilalar damgasını vurmuş ve bu durum adeta taş üstünde taş bırakmamıştı. Bloch bunu, yolda karşılaşılan engeller ve tehlikeler kati suretle yolculuk yapılmasını engellemiyordu; gelgelelim bunlar her seyahati bir keşif, hattâ bir macera haline dönüştürüyordu, diye tarif eder (a.g.e., s. 61–4).

İşte bu somut gerçeklik (maddi koşullar) hem siyasal hem de edebi üstyapıya bir temel hazırlayacaktı:

Siyasal açıdan, ulus-devletlerin kurulmasında önemli bir tetikleyici olacaktı. Yani ortak bir pazara gerek duyan burjuvaziyi buna uygun yapılanmalar oluşturmaya itecekti: “[Burjuvazi] [n]üfusu biraraya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere, vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde biraraya geldiler.” (Komünist Manifesto, 121–2)

Edebi açıdan ise, gezgin şövalye hikâyelerinin ve sonrasında pikaresk anlatının üzerinde yeşerdiği toprak olmuştu. Marx’ın Alman İdeoloji’sinde belirttiği üzere, bütün ortaçağ boyunca tacirler, silahlı kervanlar halinde yolculuk ediyorlardı. Başlarından geçen sayısız macera ilk roman türlerindeki gezgin karakterlerin varlığının maddi temelini oluşturmaktadır. Bunların kurmaca düzlemde yapıp ettikleri gezgin tüccarlar için bir nevi mesel işlevi görüyordu. Burjuvazi edebiyatı pratik işleri için kullanıyordu. Nitekim bu döneme damgasını vuran edebiyat geleneğinde, sanatın hem eğlendirmesi hem de öğretmesi gerektiği savunuluyordu.

Bu iki somutluk, Marksist tahlil yönteminin bir başarısına işaret eder. Marksizm açısından belirli düşünce biçimleri tam da belirli nesnellikler üzerinde yükselirler. Bu, Marksist altyapı-üstyapı ilişkisidir.

Materyalist tarih anlayışına göre, bir toplumu açıklamakta kilit nokta, o dönemin insanlarının kendilerini nasıl var etmeye çalıştıklarıdır, zira beşeri bir toplum bireylerin varlığını önvarsayar. Bu bireylerin kendilerini nasıl geçindirdikleri, yaşamlarını nasıl ortaya serdikleri, yani nasıl hayatta kalmaya çalıştıkları belli bir yaşam tarzı oluşturur. Burada toplumları birbirinden ayırt eden husus kullandıkları araçlar ve bunları örgütleyiş tarzlarıdır. Söz konusu üretim araçlarının farklılıkları ve gelişmişlik seviyeleri toplumları birbirinden ayırt ederken, aynı şekilde araçların dağılımı (ve bu bireylerin belirli üretim ilişkileri altında ayrılması) da o toplumda yaşayan insanları veya insan gruplarını birbirinden ayırt eder, yani onların toplumsal ilişkilerini (sınıfsal ilişkileri) oluşturur. Bu üretim araçlarına karşı bulundukları konum, onlara toplumda belirli bir yer (sınıf) sunar.

İşte üretim araçları tarafından koşullanan bu üretim ilişkilerine, belirli bir toplumsal ilişkiler ağı denk düşer. Nitekim bu ekonomik altyapı üzerinde de belirli üstyapı biçimleri (sanat, felsefe, siyaset, din, aile, hukuk, edebiyat, ahlak vs.) yükselir. Fakat bunlar arasında tek yanlı bir ilişki yoktur. Altyapının çok gelişkin olması üstyapı kurumlarını da o denli ileri yapmadığı gibi, üstüne üstlük bu üstyapı kurumları da bir kez oluştuktan sonra altyapı üzerinde aynı derecede etkide bulunur. Dolayısıyla altyapı ile üstyapı arasında ekonomik determinist (belirlenimci) değil, diyalektik bir ilişki vardır. Özcesi, iki üstyapı kurumu (edebiyat ve siyaset) diyalektik bir ilişki içerisinde tam da bu altyapı tarafından koşullandırılmıştır.

Roman, feodal toplumun bağrından kopup gelen devrimci burjuvazinin üstyapı kurumudur. Kapitalizm, Marx ve Engels’in döne döne anlattığı üzere, henüz kendi tarihsel projesini gerçekleştirememiş proletaryadan sonra tarihin gördüğü en devrimci sınıftır. İnsanlık tarihi açısından çok kısa dönemlik iktidarı süresince, önceki kuşakların tümünden daha büyük bir atılıma imza atmıştır. Bunu kapitalizmin iç dinamikleriyle açıklamak mümkündür. İnsanlığa vazgeçilmez armağanı olan modern sanayi sayesinde kendisinden önceki sistemlerin aksine yerel, bölgesel veya ulusal değil, dünyevi bir sistem kurabilmiştir. Dolayısıyla kendisi gibi onun romanı da tüm dünyanın ortak bir kültürü olagelmiştir.

Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel edebiyatlardan ortaya bir dünya edebiyatı çıkıyor. (Komünist Manifesto, s. 121)

Şurası açıktır ki, roman burjuvazinin ortaya çıkmasıyla şekillenen ve onun tarihsel gelişimiyle beraber içinde barındırdığı evrensel niteliğini ayyuka çıkaran devrimci bir türdür.

•••

Peki, dâhi bireyleri nereye koyacağız? Burada her şeyden önce bir mütearifeden medet ummak gerekiyor: Her dâhi aynı zamanda belli toplumsal koşulların ürünüdür. Dâhiler her çağda ortaya çıksa da, yaşadıkları çevreyle etkileşim halinde yüce semalardan biz fanilerin yanına inerek ete kemiğe bürünürler. Her çağın büyük isimleri tam da yaşadıkları nesnelliğin en yoğunlaşmış ifadesi oldukları için gözümüze haklı olarak büyük görünürler.

Marx’ın sorunsalıysa edebiyat ve sanatı hâlâ bizim için çekici kılan muammadır. Sorunu anlamanın kilidi altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkinin daha dinamik kavranışında saklı olabilir. Neticede, Engels’in ünlü mektubunda düzeltmeye çalıştığı gibi, ekonomik altyapı ile siyasal altyapı arasında mekanik, tek yönlü bir ilişki yoktur. Ekonomik altyapı bir üstyapı yaratır, ama bu üstyapı mutlak bağımlı değildir, belirli bir özerklik taşır. Üstyapı kurumları bir kez ortaya çıktıktan sonra onu doğuran koşullar üzerinde etkide bulunur ve ilişki karmaşıklaşır. Ekonomi ve toplumsal koşullar ancak son tahlilde belirleyicidir ve her zaman en önemli etken değildir.

*Çevirmen, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları editörü