Saçları okşanmayan çocukların liderleri

DENİZ BAĞRIAÇIK - @DenizBagriacik

Yağmur yağdıktan sonra, toprağın altından çıkıp salına salına sürünen, ezileceklerinden bihaber masum salyangozları, apartmanın önündeki taştan yeniden toprağa koymayı görev edinmişimdir kendime, çünkü onların ezilmesine tahammül edemem, ölümleri içimi acıtır. Doğada var olan tüm canlılara karşı tarifi zor bir şefkat ve empati duygusu besliyorum. Bunu ne kadar iyi birisi olduğumu anlatmak için yazmıyorum, aksine bu duygunun benden bağımsız geliştiğini, mutlu, sevgi dolu ve güvenli bir çocukluk geçirmiş olmamdan ileri geldiğini düşünüyorum. Canlıya değer vermek bana öğretilmemişti, tüm aile üyelerimden bunu görmüştüm. İnsan, hayvan, çiçek ve minik karıncalar da dahil olmak üzere varlığa saygı gösteren bir ailem olmuştur. Kısacası, ben son derece şanslı bir çocukluk geçirdim.  Ancak ne yazık ki bugün dünyadaki her çocuk benimle aynı şansa sahip değil. Aksine çocukluk gibi bir yaşam döngüsünü hiç tadamamak ile karşı karşıyalar.

Çocukluk kavramı tarih boyunca farklı anlamlar kazanmıştır. Kimilerine göre modern bir döneme ait bir kavramdır. Dünyanın önemli tarihçilerinden Philippe Ariès çocukluk kavramını Fransa’da Orta Çağ ve sonrasında incelediği Enfant et la vie familiale sous l’Ancien Régime (Çocuk ve Eski Rejim’de Aile Hayatı) adlı, kitabında, çocukların gerçekten de bugünkü anlamda algıladığımız “çocukluk” dönemini yaşamaya nasıl başladıklarını anlatır. Ariès’e göre, Orta Çağ’da çocuklar için kullanılan ve onları yetişkinlerden ayıran sözcüklere dahi rastlanmaz. Ayağa kalktıktan, beslenme ve tuvalet açısından muhtaçlıkları da gittikten sonra çocuklar yetişkinlerin dünyasına dahil olurken, onlarla aynı işleri yapabilecek konuma gelirler. Fakat bu çocukların sevilmedikleri anlamına asla gelmez. Tarih boyunca farklı dönemlerde, çocukluk kavramı toplumsal değişmelerin, tarım ve sanayi devriminin toplum ve toplulukları değiştirmesi ile de farklı özellikler kazanmıştır. Örneğin kalabalık bir nüfusta oransal olarak fazla çocuk var ise, bu toplumda çocukluk farklı bir öneme sahip olmuş, üzerinde daha fazla düşünülmüştür. Ya da bugünkü, çekirdek ve az sayıda çocuğa sahip aileleri düşündüğümüzde, ailelerin çocukların etrafında pervane oluşlarına tanıklık ederiz. Her istekleri gerçekleşen, hayır denmesine tahammülsüz, en ufak isteklerinin gerçekleşmemesinden büyük acı duyan bireylerle bugün karşı karşıya geldiğimizde şaşkınlık yaşayabiliriz. Fransız bir psikolog olan Didier Pleux bu kişileri “les  adultes tyrans” yani “zorba yetişkinler” olarak tanımlar, ona göre bu yetişkinler, “Kral çocuk” olarak yetişmişlerdir. Kısacası her toplumda hatta toplumun her kesiminde, sınıf ve aile yapılarının farklılaşması da farklı tiplerde çocuklar yetiştirilmesine imkân verir. Türkiye’yi göz önüne alacak olursak, farklı kültürel özelliklerin, geleneklerin de ötesinde, farklı üretim biçimlerine sahip olan bir ülkede “çocukluk” kavramının tek bir yüzü olamayacağı ortadadır.

Bununla birlikte, karşımıza çıkan belki de en büyük sorun, “çocukluk” kavramına devlet eliyle bir müdahalenin varlığıdır. Tıpkı tüm konularda yaşanan bir ikiye bölünmüşlük gibi, çocuk yetiştirmede de büyük bir zihniyet farklılığı yaşanır, daha doğrusu dayatılır.

Türkiye’nin son dönemde ortaya atılan “kindar ne dindar” çocuk yetiştirme modeli, aslında çocukların 1990 yılında Türkiye’nin de kabul ettiği  Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesindeki iki maddeye doğrudan bir karşı çıkıştır: İfade özgürlüğü hakkı ve Düşünce özgürlüğü hakkı. Böylelikle çocukların iki temel hakkı da devlet eliyle zarar görür. Bu aynı zamanda  “Vicdanı hür, irfanı hür” çocuk yetiştirme ilkesine de meydan okuma halidir. Bir çocuğa inançlarımızı dayatmak, inanmayanlara ya da başka inançlara sahip kişilere karşı kin ve nefret ile doldurmanın toplumda çatışma ve savaş yaratma dışında ne gibi bir karşılığı olabilir?

Medeniyetler savaşlarının yaşanacağına dair korkuların ve tahminlerin olduğu bu günlerde, çocukluk kavramında yaşanan değişimler kesinlikle sürpriz değil. Örneğin, İslam dinini yüceltme ve yayma bahanesine sahip terör örgütlerinin çocukluğu ortadan kaldırma gibi ciddi hedefleri var. Çocukların evlendirilmesi, satılması, ellerine silah verilmesi başlı başına başka bir toplum yapısına geçmeye örgütlü bir hazırlıktır. Boko Haram, IŞİD, Taliban bir bölgenin özerkliğini savunmak üzere değil, bir medeniyet değişimine çaba harcarlar. Örneğin Unicef’in verilerine baktığımızda, başlı başına 800.000 çocuğun bile Boko Haram ile yaşanan çatışmalardan kaçarak evlerinden ayrılmalarının tüm temel haklarını kaybetmekle birlikte akıl almaz fiziksel ve psikolojik şartları göğüslemelerine neden olduğunu görürüz. Böyle devam ederse, bazı coğrafyalarda çocuk olmanın anlamı; savaşmaya hazır gözü dönmüş ve merhametsiz küçük yetişkinler olacak. Belki de çocuk yerine başka bir kelime türetilecek.

• • •

Bu yazıyı kaleme aldığım gün, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 23 Nisan 2015’te, tüm dünyada çocuk hakları açısından son derece acı bir tablo var. Bu acı tablonun en tehlikeli yanlarından bir tanesi de baktığımız resmi kanıksamış ve daha da kötülerini kabullenecek olmamız olabilir. Arabamızda giderken, trafikte yanımıza yanaşan çocukların dilenmesini, işyerlerinde çırak olarak karşılaştığımız çocukların varlığını, çocuk yaşta evlilikleri pedofili değil de mürüvvet ya da gelenek olarak kanıksamamız, bu hak ihlallerini bir çıkmaza sürüklüyor hiç şüphesiz. Onayladığımız her yanlış tıpkı bir kum saatinden akan kumlar gibi güvensiz bir gelecek üzerine yığılıyor.  Son dönemde sertleşen ataerkil söylem, tüm bu hak ihlallerinin yeniden üretimine sebebiyet veriyor. “Çocuk olmak” güçsüzlükle eş tutulurken, paraya ve statüye neredeyse tapan bir toplumda, çocuklara yönelik şiddet meşru bir hal alırken, çocukların yaşam haklarını savunmak üzerinden siyasi bir ayrışmaya sürükleniyoruz.

Gaz fişeği ile başından vurulan, avuçlarımızda yalnızca misketleri kalan Berkin Elvan’dan bahsetmek siyasi bir tavra dönüşüyor. Örneğin bu satırları yazmam, benim siyasi duruşumu belirliyor. Bu bile başlı başına içinde bulunduğumuz durumun vahametini gösteriyor.

Öldürülen çocukların ardından yasını toplumca tutamayışımızın ya da 13 yaşında bir kız çocuğunun 26 kişinin tecavüze uğrayıp, 4 kez ameliyat geçirmesinin ardından kendi rızası olduğu yönünde bir mahkeme kararının oluşu ve bunun karşısında topyekûn duramayışımızın bir açıklaması, bir “ama”sı yok.

• • •

Yazıyı sonlandırırken bir kaç rakamı paylaşmak istiyorum. Hayata Destek Derneği “Türkiye’de yasadışı olduğu halde 1 milyon çocuğun, işçi olarak çalıştırıldığını ifade ediyor. Çocuk işçilerin kaçının hayatını kaybettiğini bilemiyoruz, çünkü aslında çalışmamaları gereken bir sistemde çalışmak zorundalar, bu yüzden de rakamlara yansıyamıyor.

Diğer temel sorunlardan biri ise, toplumsal cinsiyetin yükünün kız çocuklarının üzerinde olması. En büyük acı ve travma çocuk gelinlerde görülüyor. Unicef’in verilerine göre Türkiye’de kadınların üçte biri 18 yaşın altında evlendiriliyorlar, bir nevi satılıyorlar.

Kısacası bir ülke her konuda birçok fikir ayrılığına düşebilir, hele Türkiye gibi farklı etnik, kültürel birçok yapının olduğu bir ülkede bu çok da şaşırtıcı değil. Fakat üzerinde tek bir konu için birleşmemiz gerekiyorsa o da hak ihlallerine uğrayan çocukların üzerinde bir kalkan oluşturmamız olacaktır. Son dönemde yaşanan çocuk cinayetlerini, tecavüzleri, polis şiddeti sonucunda ölenleri, ıslahhanelerde yaşananları, meydanlarda çocuklar üzerinden siyaseti ve “kindar ve dindar” nesil ülküsünü defalarca konuşmalı neler yaşandığını anlamalıyız. Yoksa umut için dünyaya getirdiğimiz çocuklar, umudun yeşermesinin mümkün olamayacağı bir geleceğin yollarını döşeyecekler. Kısacası, daha fazla çocuğun başını okşamaktan başka bir seçeneğimiz yok, aksi takdirde daha çok liderler canımızı acıtır...