Bundan çok ama çok uzun zaman evvel; açlığa, ağır çalışma koşullarına, kısacık hayatlarına isyan eden Silezyalı dokumacılar ayaklandı, Almanya’ya, krala, zengin sınıfına ve tanrıya, düpedüz lanet ederek.

Sadece yoksullar sınava alınacak!

Alper TURGUT

Memleketin ortak zihnine yaklaşık 40 sene evvel bir seçim sloganıyla kaydedilen ve kullanışlı haliyle de zenginlerce pek benimsenen ‘ortadirek’, zamanla giderek küçülmüş, bir türlü ay sonunu tutturamayınca yani mecali kalmayınca da çökmüştür. Çünkü “düşük ve sabit gelirli” masalı, bu azgın çağda karın doyurmaya, avunmaya, hayal kurmaya yetmiyor, yetmeyecek. Bir bakıma saflar netleşti, biz fakir değiliz diye inadına gerçekliğe direnenler, elbette titreyecek ve kendine gelecek. Kaçış yok! Artık siyah ve beyaz kadar besbelliyiz, evet, evet bizler az zenginler ve çok fakirleriz. Cumhurbaşkanı diyor ya; “Rabbimiz ‘sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınarız’ buyurmaktadır” Hah! Varsıllara değil ha o gönderme, yoksullara diyor, hani sürekli imtihan olmak zorunda kalanlara, tüm tutunmaya çabalayanlara. Eh! Kötü günler bitti, daha da kötü günler hoş geldi o zaman. Oy aman!

Yurdumuzu büyük, güçlü, sapasağlam bir vatan diye güncellemek için harekete geçmişler sözüm ona, dev bir üretim merkezine dönüşmeyi hedefleyip, Körfez ülkeleriyle kardeş kalıp (satacak bir şeyimiz kaldıysa işte), dünyanın birinci ekonomisini kucaklamayı çılgınca arzulayan Çin gibi olacağız, en sonunda. İmalata yaslan, ucuz iş gücünü kullan, tarife buysa. Oysa, bir avuç zengin dışında, kimse mutlu değil Çin ülkesinde. Ücretli kölelik denen zalim çarka kapılan hangi insan mutlu olmuştur ki, biz de olalım. Tarih ve talih hiç mi değişmez yoksullukta, her şey böyle gelmiş böyle gider kısırdöngüsü imiş meğer.

Bundan çok ama çok uzun zaman evvel; açlığa, ağır çalışma koşullarına, kısacık hayatlarına isyan eden Silezyalı dokumacılar ayaklandı, Almanya’ya, krala, zengin sınıfına ve tanrıya, düpedüz lanet ederek. Alman şair Heinrich Heine’nin sözleri ve Kutup Yıldızı grubunun sesiyle, müziğiyle; “Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya, soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak. Yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna, komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!” Aslında ondan önce de Fransız ipek dokumacıları, şarkılarında (Le Chant des Canuts), zenginler (kilise liderleri) giyinsin diye biz çıplağız, çarşafsız (kefensiz) gömülüyoruz, biz emekçilerin de saltanatı gelecek bir gün, sizin saltanatınız bitince, eski dünyanın örtüsünü öreceğiz. Çünkü gürleyen fırtınayı şimdiden duyuyoruz diyorlardı aşağı yukarı 200 yıl öncesinde. Emekçinin, fukaranın sınanması yeni bir şey değil anlayacağınız, bu dava, bu kavga sürecek, bütün kötü ezberin bozulacağı, yeni, yepyeni bir tarihin yazılacağı, her şeyin çok güzel, her şeyin bambaşka, her şeyin insanca olacağı güne kadar.

Sayın ve sevgili halkımızın küçülerek yaşama mücadelesinde, işte inek sütü almayın sağlıksız zaten diyor biri, öteki keçi sütü, manda sütü daha iyi diye söyleniyor, beriki onlar daha da pahalı diye tepki veriyor, bir başkası da bitkisel süt çok daha sağlıklı aslında diye çemberi genişletiyor. Soya sütü, yulaf sütü, Hindistan cevizi sütü, badem sütü, işte sütün sütü, boku püsürü, neyse be, içmeden şiştik! Bu arada hiçbiri ucuz değil ve giderek de tırmanıyor ısrarla, harbiden hunharca. Peyniri, sütü, yağı, zeytini, yumurtası, sebzesi, meyvesi, durmuyor yerinde, hep fırlıyor. Halkımın zamla imtihanında, en zorlayıcısı belki de kâğıt ürünleri olsa gerek. Geçen denk geldi, bir şuursuz, konuşuyordu mikrofona, büyüklerimiz tuvalet kâğıdı mı kullanıyordu, neymiş havlu imiş çözüm, mabat ve havlu, neyse söverek canlandırmayın şimdi zihinde. Umarım havlu atacak bir duruma sokmaz onu da hayat.

Hahhayt! Bakın ne geldi aklıma, ‘aşk bu kızılötesi yaralı müzesi hareket edemem’ diyerek naçiz ve aciz beynimizi itinayla haşlayan Serdar Ortaç bir şarkısında şöyle der: “40’ından sonra amcam çeker halayı, e amcamın zamanında halay mı vardı?” Hımmmm. Kendime ‘ahmak’ adında şiir yazıyorum o vakit; “Önüm arkam yaprak, pırıl pırıl, ışıl ışıl, apak, ille de iyi huy, temizlik, ahlak, bak gelecek nasıl da parlak.” Hadi bakalım! (İroni var desem mi acaba?)
Bu yokluk cangılında, kiraya, barınmaya gelmedim daha, hayda, ya evcil hayvanlara patlarsa fatura. Efendim, kristal kum ateş pahası, topak kum ikiye katladı, mamalar tutulmuyor. Peki, ne olacak bunun sonu? Ahalinin kimi, zaten evdeki hayvanları sokağa atmaya meyilli, gidin görün tatil bölgeleri, neden yuvasından atıldığını çözemeyen mutsuz hayvanlarla çevrili ve böyle devam ederse, dışarıda kalacak hem insanlar hem de hayvanlar. En ufak bir mübalağa da yok, bilesiniz. Hatta bu zam furyasında, en ucuz mama da olsa, sokaktaki dostlarımıza alıp götüren insanların alım gücü azaldıkça, soğuk betonda yatanların açlığı daha da çoğalacak, azgınlaşmayacak mı?

Nasıl? Yeter artık, kâfi, dur, resmen olumsuzluk boca ettin yazıya diyorsanız, kusura bakmayın, gelecek yazılarda da buna maruz kalacaksınız, mazur görün beni.

Eskişehir Film Festivali, iki senelik aradan sonra tekrar aramıza döndü. Bir üniversitenin, sinema sanatına sarılması, filmlere kapısını açması, gerçekten önemli ve güzel bir hareket. Genellikle belediyelerin inisiyatifine bırakıldığı için festivaller, akademinin ben de varım demesi, inanın aynı şey değil. Ancak şunu da fark ettim, insanlarımız, filmlerden daha çok paranın pul olmasından, geçim sıkıntısından, dizginlenemeyen zamlardan, döviz kurlarından konuşuyor. Şunu aldım şu paraydı, bunu aldım, almaz olaydım veya daha çok alsaydım. Film yapıcıları, bu gidişat, set kurmayı imkansıza çevirir diye vah vah ediyordu, sinemaya dair iki lafın belini kıralım diye yola çıkıp, şu coin iyidir, bas parayı, Amerikan borsasını takip et, döviz mi yoksa altın mı diyordu karşımdaki ciddi ciddi, bu vahamet değilse nedir? Kimi de evin bir odasını, hayati önemdeki ürünlerle doldurmayı öneriyordu. Kara günler için. Halbuki stokçuluk da yara bandı benzeri, geçici bir önlem hali, delinen şişme bota, su almasın diye parmak basmak kadar ve dertler büyüdükçe, tahammül sınırını geçtikçe, sanat da öncelik (zaten değildi ya, bu başka mesele) halinden çıkar, ne yazık ki.
Sözü kara mizah ile bağlayalım; Adalet Bakanı, cumhurbaşkanımız tekrar seçilince daha adil bir dünya kuracağız demiş, 20 yıldır iktidardayız çaktırmayın o kadarını dememiş. Ha ha ha.