Saga Norén’den Mare Sheehan’a kadın dedektifin dönüşümü

Gül Yaşartürk

Dijital yayıncılık sinema perdesiyle yarışacak denli güçlendiğinden bu yana hâkim anlatıların kırıldığı, stereotiplerin değiştiği yeni anlatılar karşımıza çıkmaya başladı.

Bu değişim kadın dedektifler için de geçerli.


1991 tarihli Prime Suspect dizisinin karakteri Jane Tennison, ataerkil bir sistem içerisinde var olmaya çalışmasıyla ilk örnek olarak kabul edilir. Aslında aynı yıl çekilen Silence of the Lambs’te Clarice Starling karakteri de ilk örneklerden biridir. Açılış bölümünde koşarken okul arkadaşlarının ona ıslık çalarak arkasından bakıp gülmesi, erkek polislerle dolu bir asansörde tek başına kadrajlanması ya da yine erkek polislerin olduğu otopsi odasında herkesin gözü üstündeyken kokuya karşı kremi arkasını dönerek sürmesi oldukça meşhur sahnelerdir. Televizyon dizilerinin stereotipik kadın dedektifleri Tennsion ve Starling’i izler bir bakıma. Forbrydelsen’in Sarah Lund’u ve Bron Broen’in Saga Norén’i işkolik, yalnız ve mutsuzdur. Dahası iyi dedektif olmanın aile bağından azade, duygusuz ve yalnız olmayı gerektirdiği, duygusal bağın zaaf olduğu söylemiyle karşılaşıyoruz. Asperger sendromlu Saga Norén, rasyonel ve zaaflarından arınmış kadın dedektifin nedenselleştirilmiş halidir.

Duygularını kontrol ederek kuralları en yakınlarına dahi uygulamaktan çekinmeyen kadın dedektif stereopinin değişiminde The Fall’un Stella Gibson karakterini anmak gerekir. Gibson’un kendisini önceleyen kadın dedektiflerden farkı toplumsal cinsiyet çalışan birçok akademisyenin yazdığı üzere sivri topuklu ayakkabıları, dar etekleri, arada açık unuttuğu düğmeleri olan ipek gömlekleri, yüzüne yapılan yakın çekimler, dizinin katili Paul Spector ile arasında kurulan cinsel gerilimle hayli fetişleştirilmiş fallik bir kadın karakter oluşudur. Karşı çıktığı halde kendisini öpmekte ısrar eden eski erkek arkadaşı Jim Burns’e yumruk atar. Ancak aynı direnişi Paul Spector kendisine saldırdığında gösteremez. Çünkü dizi iki erkek karakter arasında erillik üzerinden bir hiyerarşi kurar. Stealla Gibson birçok sahnede doğrudan toplumsal cinsiyet politikası yapar. Arkadaşıyla barda oturduğu bir sahnede elinde iki kadehle yanlarına gelen adama garson muamelesi yaparak elinden bardakları alır ve garson değilse neden ayakta dikildiğini sorar örneğin. Ya da soruşturma geçirdikleri başka bir sahnede polis arkadaşına “Maskülen bir yapıda çalışmayı tercih ettik bizi yenmesine izin vermeyelim” der. Bunların dışında Gibson da yalnızdır, daimi bir ilişkisi yoktur. Yönetebileceği insanlarla kısa süreli ilişkiler yaşar. Yürüttüğü dava bittiğinde büyük, bomboş evinde tek başına otururken görürüz onu.

Jane Campion ve Gerard Lee tarafından yaratılan Top of the Lake’in Robin Griffin’i kadın dedektif geleneğinde tam anlamıyla bir kırılmaya işaret eder.

Kasabasında kendi şefinin de dahil olduğu suç yapısını ortaya çıkaran Griffin, ne çok rasyonel ne çok duygusaldır. İkisinin sentezidir. Duygusallığının neden olduğu zaaflarla hatalar yapar, üzülür, geçmişinden getirdiği yaraları vardır. Mesleğine ara verir, geri döner. Top of the Lake Jane Campion’un hemen tüm filmlerinde karşımıza çıkan (The Portrait of a Lady’de Gilbert Osmond ya da Bright Star’da Charles Brown gibi) manipülatif ve bu nedenle tehlikeli erkek karakterlere sahiptir. Campion hiçbir karakterini idealize etmez, yargılamaz, kadınların hatalar yapabileceğini aynı hataları tekrarlayabileceklerini söyler. Top of the Lake’de Holly Hunter tarafından canlandırılan GJ karakterinin önderlik ettiği Paradise isimli kadın köyü/ klanı hayli ütopik bir yapıdır ve öncülünü Bron Broen dizisinin son sezonunda Harriet isimli karakterde görmek mümkündür. Ursula Le Guin karakterlerini andıran Harriet, bir köy sahibidir. Kiracılarından para almaz tek şartı iyi insanlar olmaları ve herkesin birbirine yardım etmesidir.

Unbelievable dizisinde Karen Duvval ve Grace Rasmussen, Mare of Easttown’da Mare Sheehan kadın dedektif stereotiplerindeki değişimin en yeni örnekleridir. Karen Duvval son derece şefkatli, sakin ve inançlıyken ortağı Grace Rasmussen, Sarah Lund ve Saga Norén rasyonelliğine sahiptir. Duvval ve Rasmussen’in önemi, Mehmet Açar’ın da söylediği gibi1 tecavüze uğradığını söyleyen genç kadına yaklaşımlarındaki farklılıklarıdır. Travma sonrası stres bozukluğundan bihaber erkek dedektiflerin mağdurun çelişkilerini yakalamaya çalışıp en sonunda “uydurmuş” diyerek dosyayı kapatmalarının tersine Duvval ve Rasmussen şefkatle, koruyarak, adeta mağdurların üzerine titreyerek, onları incitmeden ve her an yanlarında olarak soruşturmayı yürütürler. Mare of Easttown’da Kate Winslet tarafından canlandırılan Mare Sheehan ise Top of the Lake’in Robin Griffin’i gibi küçük kasabasını karşısına alarak tacizcinin, katilin uzağımızda olmadığını hatta çoğu zaman en “düzgün” görünen, asla şüphe etmediğimiz en yakınımızdaki insan olduğunu ortaya çıkarır. Bunu yaparken Sarah Lund ve Saga Norén rasyonelliğine, şüpheciliğine, mesafesine sahiptir hem de Robin Griffin’in şefkatine.

1 https://www.haberturk.com/yazarlar/mehmet-acar/2538941-unbelievable-inanilmaz-ama-gercek