Evrende ve dünyada yolunu yitiren insanlığa, kutup yıldızı gibi pusula olan Crofton ve Black’in kaleme aldığı Bir Solukta Evren ve Dünya Tarihi okuyanın soluğunu kesiyor. Bir boy aynası gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor

Sahi, biz kimiz?

AYGÜN BULUT

Son yıllarda bir şecere, soy ağacı bir de genetik harita çıkarma moda oldu. Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk ilk yıllarında buldukları Osmanlı paşası fotoğraf ya da tabloları ile soylulaşma sevdası dışında asker olmadıkları halde parayla satın aldıkları paşalıkla yerel saltanat sürme uğraşında olanlar vardı. Bu kimi zaman sokağa, ekrana da yansıyan bir durum. Trafik, polis, jandarma durdurduğunda ya da bir açmazda ağızlardan şu sözler dökülüverir: “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

Sahi biz kimiz? Şimdi bulunduğumuz yere nasıl geldik?

İçinde gelişeceği fiziksel bir ortam olmasaydı, insanlık tarihi diye bir şey olmazdı. Dolayısıyla kendimizi, gerçekten anlamak için evrenin nasıl - geldiğini, yıldız ve gezegenlerin nasıl oluştuğunu, gezegenimizin neden yaşamın ortaya çıkmasına elverişli koşullara sahip olduğunu anlamalıyız. Bunun yanı sıra canlıların nasıl yaşadığını, nasıl evrim geçirdiğini ve sonuçta bizim nasıl ortaya çıktığımızı da anlamamız gerekir.

13.8 milyar yıl önce başlamış her şey. Büyük patlama ve evrenin oluşumunu izleyen 9.2 milyar yılın ardından içinde Dünya’nın da olduğu Güneş sistemi belirmiş. Bu arada Dünya ile bir gezegenin çarpışmasından Ay doğuyor. Okyanuslar ardından en eski kayalar ve DNA gibi kendini kopyalayan moleküller. 3.7 milyar yıl önce organik moleküllerle beslenen bakteri benzeri organizmalar sahneye çıkıyor ama oksijenin birikmesi için 1 milyar yıl geçiyor. İnsan ister istemez kendi yaşamına dayalı zaman kavramıyla bunlara bakınca inanılmaz büyük sayılar gibi geliyor ama sayfalar ilerlerken insan kendini bir matruşkanın içinde hissediyor. Bilinçlendikçe Evren’de kendini yalnız, bir başına, kimi zaman çaresiz görüyor insanoğlu.

‘Bir Solukta Evren ve Dünya Tarihi’ ders kitabı ya da bittiğinde sınav olunacak duygusu uyandırmıyor. Bir öykü hatta masallar gibi hayret, korku, endişe, umut kanatlarıyla okuyucuyu sürüklüyor.

Akıl almaz büyüklüğüyle Evren ilerleyen sayfalarda yerini gözle görülmeyen başka küçük evrene, hücreye bırakıyor. Zengin kimyasal çorbalar olan okyanuslardan doğan yaşamın 600 milyon yıl öncesine dayanan tarihini özetliyor. En karmaşık mekanizmalar arasında saydıkları hücreleri ele alırken hücredeki 4 temel kimyasal gruba, Nükleik asitler (DNA gibi kendini kopyalan ilk moleküller ve RNA), (aminoasitlerden oluşan basit yapıtaşı olan) (Enzimler) Proteinler, (yapıtaşı ya da enerji depolayan) Karbonhidratlar ve (hücre zarının temel bileşenleri olan) lipitleri okurla tanıştırıyor. Bir insanın bedeninde 37 trilyon hücre...

Canlıları ölümlü biliyoruz ama kitap bize ölümsüzlüğü de anımsatıyor ve şu şekilde ifade ediyor: “Canlı organizmaların belirleyici özelliklerinden biri de üreme yetileridir. Canlı, cansız bütün varlıklar yıpranıp yok olma eğilimindedir, dolayısıyla üreme yaşamın kendini sürdürebilmesinin yoludur. Ölümsüzlüğe en çok yaklaştığımız eylem budur... Balık gibi pek çok canlı büyük miktarda yumurta bırakır fakat ondan sonra çocukların bakımıyla ilgilenmez, maymunlar, insanlar yetişkinliğe adım atana dek bakıma ihtiyaç duyan çocuklarıyla uzun yıllar ilgilenir...”

Darwin’in “Bütün asil nitelikleriyle insan... vücudunda hâlâ aşağı kökeninin silinmez mührünü taşır” sözlerini anımsatan yazarlar bugün Ay’a gidebilen insanın 4 milyon yıl önce iki ayak üstünde yürümeye başladığını, HomoSapiens’in 200.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıkışını dilin gelişmesinin 150.000, ölü gömmenin 100.000 yıl süs eşyalarını kullanmasının 75.000, Avrupa’ya varmasının 45.000 yıl öncesine uzandığını anlatırken yok olan Neandertallerin modern insanda genetik olarak soyunu sürdürdüğünü söylüyorlar.

Evren konusunda Hawking’in, biyolojik evren konusunda Dawkins’in katkıları da sunuluyor kitapta. Dawkins’in bir genin kültürel karşılığı olarak adlandırdığı ‘mim’ler şu sıralar çok popüler. 200.000 yıl önce Afrika’dan yola çıkan insanoğlu en son 750 yıl önce coğrafi keşifler sırasında ulaşmadık yer bırakmamış oldu. Dünyanın her yanına ayak bastı. Leşçilikten avcılığa geçiş, işbirliği ve öldürmeyi de insanın hayatının bir parçası yapıyor. İyi bir hizmetkâr fakat kötü bir efendi olan ‘Ateş’ ile tanışma, avcı-toplayıcılığa geçiş, çevreyi, doğayı değiştirme girişimleri, akrabalık, dil, din, sanat, mağaralardan kentlere geçiş, giysi, çanak çömlek, hayvanları evcilleştirmek ve tekerlek, taştan tunca, tunçtan demire ve insan uygarlıklarının doğuşu, yayılışı, yok oluşları... Bütün bunlar bir masal gibi geliyor elinde akıllı telefonu olan insanoğluna.
Milyar, milyon, yüz bin, bin derken yıllara sığan süreçlere geçen kitap bir zamanlar uzun ama ağır akan evrenin hikâyesinden kısa ama hızlanan dönemine geçiyor. Bu insanın kendi eliyle yaptığı ve yazdığı bir süreç. Sümer’den küreselleşmeye uzanan yıllar.

Nereden nereye geldik diyerek nokta koyulmuyor. ‘Şu an neredeyiz?’ sorusunu sorup güne, gündeme değiniliyor. Ian Crofton ve Jeremy Black “Türkiye’de 1922-23 yıllarında cereyan eden savaşın sebep olduğu insani krizin çözümüne yardımcı oldu” dedikleri Milletler Cemiyeti girişimiyle başlayan yeni dönemi de anlatıyor. Uluslararasıcılık, küreselleşme ve ulus devletin geleceği tartışıldıktan sonra bu kez geleceğe kanat çırpış başlıyor. 1500 yıl önce toplam 425 milyon iken bugün 8 milyarı aşan insan nüfusu, göç, mülteciler, çevre sorunları, insanlığın geleceği...

Evrende ve dünyada yolunu kaybeden insanlığa bir kutup yıldızı gibi pusula olan Bir Solukta Evren ve Dünya Tarihi okuyanın soluğunu kesiyor. Bir boy aynası gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.