Sahibe’yle bu eve yerleştiğimiz ilk gün tanışmıştım. Binanın girişinde kocaman harflerle “SAHİBE HANIM APARTMANI” yazıyordu. Bizimkiler eşyaları yerleştirirken ben de bahçede oynuyor, ama ikide bir de kapıya gidip yazıyı okuyordum. Her okuduğumda biraz daha büyüdüğüme inanıyordum

Sahibe Hanım Apartmanı

DİLEK SEVER

Caminin hoparlörü pis bir cızırtıyla açıldı. Müezzin, mikrofona sertçe üfleyerek son kontrolünü yaptı ve ardından derin bir nefes aldı. Bana her seferinde, hâlâ uykuda olan cemaate sayıp söveceğinin işareti gibi gelen bu öncü nefes, yine sebat ederek ezana bağlandı. Hep yaptığım gibi namesine uyarak eşlik ettim: “Allahım ekmek! Allahım ekmek!” Çocukluğumda ezanı böyle anlamış, çok da mantıklı bulmuştum. Ta ki üst komşumuz Sahibe enseme okkalı bir tokat indirene kadar: “Allahu Ekber diyeceksin be sübyan! Allah her şeyden büyük diyeceksin!”

Sabah ezanını hiç sektirmem. İnançlı biri olduğumdan değil, bizim evde biraz zoraki yapılan dini sohbet gecelerinden birinde Sahibe’nin anlattıkları yüzünden: “Üç harfliler ezan vakitlerinde fellik fellik kaçarlar. Bilhassa kır nebatlarına gizlenir bu nemrutlar! O sebepten ezan okunurken ağacın dibine, çimenin üstüne, karıncanın yuvasına işemeyeceksin. Hele bi işe! Nah böyle çarpılırsın! Allame-i cihan hocalar okuyup üflese gene de iflah olmazsın.” Bu sözler yüzünden çocukluğum boyunca sabah ezanında korkuyla uyanır, sıcak yatağımda, çimlere işemenin çok uzağında olmama rağmen zihnime engel olamaz, cinlerin bahçede fink attığını hayal ederdim. Zamanla evdeki çiçeklerden bile korkar oldum. Saksıları o kadar büyüktü ki, içlerine birkaç cin birden sığabilirdi. Onları kurutmak için didindim durdum, ama başaramadım. Sanki annem çiçeklerine musluk suyu değil, abıhayat veriyordu. Ezan bitince yorganımı yavaşça aralar, gözlerimi kırpık kırpık açarak etrafı kolaçan ederdim. Ancak Sahibe’nin de ezana uyanıp gürültü yapmaya başlamasıyla rahatlar, cinlerin beni çarpmayacağına ikna olurdum. Bir derdin müsebbibi aynı zamanda devası da olabiliyormuş, o zamandan bilirim.

Herhangi biriyle yeterli süre altlı üstlü oturursanız gürültülerin bile yaşlandığını anlarsınız. Önceleri yere sağlam basan Sahibe’nin zamanla fındık yuvarlamaya dönen tıkırtılarının her hâlini dinledim ve dopdolu bir güven duygusuyla hep tekrar uyudum. Ancak bugün ne ben uyudum, ne de Sahibe uyandı. İki gün önce üst katta bir gümbürtü koptu. Aşina olmadığım bu sesi, yan dairemde oturan oğlu Ömer’e derhâl bildirdim. Sahibe’yi yerde yığılmış bulunca apar topar hastaneye taşındılar, ama nafile. Doktorlar “kalp anevrizması” demiş. Atardamar yıllar içinde sinsice şişiyor ve sonunda kalbi patlatıyormuş. Ölümün binbir türlü hâlinden onun payına neden böylesi düşmüştü? Hâlbuki sakız gibi dantellerle örülmüş teraslı evinde, her yandan güneş alan pencerelerinde ezan çiçekleriyle, salonunun başköşesindeki rahlede hep açık duran Kuran’ıyla, sandalye başlarında asılı rengârenk tespihleriyle, alarmı ezanlı çalar saatiyle, Allah’la ve biricik oğlu Ömer’le mutlu gibiydi. Hayatını inancına adamıştı. Mahallenin çocuklarını Kuran kursuna yazdırmak için sömestir ve yaz tatillerini fırsat bilirdi. Beni de bu furyaya dahil etmek için çok uğraşmıştı. Babam sonunda dayanamayıp, “komisyon duası mı alıyorsun Sahibe Hanım” diye şaka yapmıştı da, aylarca neler çekmiştik. Televizyon izlemezdi, gâvur icadıydı, şeytan oyunuydu. Kendi evinde zaten yoktu, ama oldu da bizim evdeyken televizyon kazara açılırsa yemenisiyle gözünü kapatır, yetinmez üstüne minder bastırır, bir yandan da “kapat şu şeytanı!” diye bağırırdı.

Sahibe’yle bu eve yerleştiğimiz ilk gün tanışmıştım. Binanın girişinde kocaman harflerle “SAHİBE HANIM APARTMANI” yazıyordu. Bizimkiler eşyaları yerleştirirken ben de bahçede oynuyor, ama ikide bir de kapıya gidip yazıyı okuyordum. Her okuduğumda biraz daha büyüdüğüme inanıyordum. İşte bu geliş gidişlerden birinde, yazıda geçen Sahibe Hanım olduğunu sonradan öğreneceğim sinirli bir kadın, üst kattan bağırmıştı: “Bana bak kırmızılı, git kendi evinin önünde oyna hadi!” Çekinerek de olsa, “biz artık burada oturuyoruz” diyebilmiştim. Ses tonunda zerre oynama olmadan, “İyi, çiçeklerime dokunma!” demişti. Sonradan öğrendim ki bizim evin ilk sahibi oymuş. Ama rahmetli kocasının ardından işler hiç yolunda gitmediği için, yıllar evvel betonu çatlamasın diye sabah akşam hortumla bizzat suladığı apartmanını günbegün kaybediyordu. Kocasının pavyon köşelerinde ölmesi, onu bebesiyle bir başına bırakması kalbini şişirmeye yetmezmiş gibi, zamparalık yaparken yazdırdığı borçları temizlemek de kadıncağıza kalmıştı. Kadim kiracılarını evden çıkartıp, güzelim dairelerini peyderpey satmak zorunda kaldığından ve bu “melun olaylar” da hiç eksik olmadığından, sattığı her daire, daireye taşınan her aile, ona kocasının ihanetini hatırlatıyor olmalıydı. Üstelik biz hepimiz bir olmuş, Sahibe’nin acizlik zamanlarından faydalanmış, onun alanını kemirgenler gibi delip geçmiş, zamanla ondan daha çok sahibe olmuştuk.

Elinde iki daire kalınca apartmanda irtifa kaybetmiş ve söz hakkı da azalmıştı. Ahalinin “yandaki küçük bahçe yıkılacak, yerine otopark yapılacak” kararına ne kadar direndiyse de muvaffak olamamıştı. Önce akasyayı kestiler, sonra inciri. Bütün bunlar yetmezmiş gibi oğlu Ömer büyüdükçe evlerine önce televizyon, sonra da “mini etekli” gelin girdi. Ömer, onun yumuşak karnıydı, asla kıramazdı. O kadar kıramazdı ki, kara çarşafıyla ağlaya ağlaya, sürüne sürüne gittiği dünürünün evinden “açık” geliniyle kalbi biraz daha şişerek çıktı. Ömer’in yüzü suyu hürmetine ses etmediği gelini, bizim yan dairemize yerleşip evi de derhâl kendi üstüne yaptırdı. Sahibe, kalan iki kalesinden birini de böylece kaybetmiş oldu.

Derken bir gün polis sirenleri inledi mahallede. Peşinden gazeteciler döküldü. Mahallemizin Kuran hocası Recai Bey tutuklandı. Meğer çocukları taciz ediyormuş! Önce kimse inanmadı, ama çocuklar konuşmaya başlayınca mahalleli yüz yüze bakamaz oldu. Sahibe uzun zaman evinden çıkmadı. Komşu sohbetlerine katılmadı. Utanıyor, dediler. Onun da suçu var, oğlumu yalvar yakar alıp götürdü, dediler. Ortalık günlerce çalkalandı.

Hülasa, Sahibe dünyadan geçerken, hayat da ondan böyle geçti. Cenazesine giderken apartmanın girişindeki eski yazıya baktım. Çocukluğumdaki heybetinden eser kalmamış, bazı harfleri de silinip gitmişti. Sağında solunda belediyenin zırt pırt değiştirdiği apartman numaraları asılıydı. İçim sıkıldı. Camiye varır varmaz dışarıda bekleyen kadınların arasına karıştım. Avlunun kenarında ayaklı dijital bir ekran durur. Geçen sene ahaliden toplanan yardımlarla alınmıştı. En yüklü bağışı yapan Sahibe’nin ölüm haberi ekranda dönüp duruyordu: “Mahallemizin sakinlerinden Sahibe Keltikoğlu Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Mekânı cennet olsun.” Birkaç saniye sonra Sahibe yeniden doğuyor, harflerle beraber usulca kayıyor ve duyuru bittiğinde tekrar ölüyordu. Akan yazıyı defalarca okurken fark ettim ki Sahibe haklıydı. Cinler gerçekten vardı. Ama sandığı gibi kır nebatlarına saklanmıyor, hep gözünün önünde duruyorlardı. Evine giriyor, yemeğini yiyor, bayramda elini öpüyorlardı. Parmağına yüzük takıyor ama başka kadınların koynunda ölüyorlardı. Sevdiği çocukları taciz ediyor, ağaçlarını kesiyor, bakmak istemediği televizyonu ısrarla açıyorlardı. Sahibe haklıydı, allame-i cihan da olsan bu cinlere kalp dayanmıyordu.