Şaka Günü: 1 Nisan… Çevremde şaka kaldıracak kimse yok şu aralar; elimde avucumda bir tek bizim ufaklık, ben de onunla idare edeceğim artık. Ama o çil çil yanacıklarında gezinen seğirmeler de ne? Onun da bana yapacağı bir şaka var sanki, belli etmemeye çalışıyor, zor tutuyor kendisini... “Ahhh, bugün neler geldi başıma!” diye başlıyorum biraz abartılı. “Ne oldu?” diyor hemen. “Bir tapınmalık gündü ki neler diledim bir bilsen?” diyorum. Yüzümde bir kurnazlık okuduğunu duyumsuyorum, ama kararsız, açığa çıkarmıyor bunu; ola ki şaka değil de gerçek bir olgu var ve o dile gelebilir şimdi…  “Kime ne diledin peki?” diye soruyor meraklım tetikte. “Başkanım her bir şeyim, kurtar beni…” diye daha başlar başlamaz, “kim bu başkan?”la giriveriyor yine araya. Dileklerimin karşılığını kim(ler) sağlayacaksa, konusundaki baş sorumlu, bu ünlediğim kişi.” “Peki devam et!” diyor.  “Başkanım, şu dünya dertlerinden, işsizlikten, açlıktan, tutuklanmalardan, işkencelerden, tüm acılardan kurtar bizi… ve sonraaa ne oldu biliyor musun?” “Ne?” “Dileklerim yerine getirildi, ne istedimse… Önce tüm hapisanelerin kapıları açıldı…veee…”  “Nasıl, yok ya…” diye dalga geçerce, daha devamını getiremeden benim yerime : “Nisan biiiirrrr…” diyor.  “Off,” diyorum, “beceremedim, berbat ettim. Şöyle ağız tadıyla 1 nisan şakası yaptırtmadın bana!” “Ee, bu kadar atarsan yani…” diyor. “Çıktı foyam ortaya ha?” diyorum… “Yok da, sen şakayı kaka yapıyorsun hep, böyle iğnelemede senin aklın fikrin,” diyor ve ekliyor: “Ben de şimdi seni iğneleyeceğim!” “O da neden?” “Sen yazıyorsun, tiyatrocusun sanatçısın falan, oyuncusun da…” “Eee?” diyorum ve içimden, ‘bakalım ne yumurtlayacak…” ”Eesi, herkes içeride, oyuncular dışarıda, sen söylemiştin. Bu da bir şaka(!) değil mi sence?” Bunun üzerine: “Bak,” diyorum, “kulun kölen olayım ey başkan, bak çoluk çocuğun diline düştük… Yazarlar çizerler önemli, gazeteciler askerler önemli de şu gariban tiyatrocular bu kadar önemsiz mi ha? Herkes yerini almış şu tutuklananlar dizelgesinde. Ama ya oyuncular ki onlar çok alıngan olurlar, dizlerini dövüp durmazlar mı hiç mi buncacık bir önemimiz yok diye. Hepsi Silivri’de fark attı bizlere. Biz sanatçılarınıza da Silivri’de bir ranzacık yer bulunamaz mı acaba?” Anlatımımı ucuz bulmuşçasına “Geç ama bunları n’olur,” diyor sıkkınca ve “Nisan’ın 1’i nasıl oluyor da şaka yapılan bir güne dönüşüyor, sen onu anlat.” “Çeşitli varsayımlar var… 1564 yılında Fransa Kralı 9. Charles, yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak’a alıyor. O yıllarda iletişim mi var öyle bir anda öğrenilsin. Çoğunluğun haberi olmuyor. Diğerleri de bunları “nisan aptalları” olarak nitelendirip bugüne “bütün aptalların günü” adını veriyorlar. Yılbaşını hala 1 Nisan sanan kişilerle ‘Nisan balığı’ yakıştırmasıyla dalga geçilmeye başlanıyor. Gerçek olması olanaksız haberler üretiliyor… Daha başka duyultular(rivayetler) da var, ama bir de 1 Nisan’ın başka bir öyküsü daha var benim önemsediğim: 15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatıyor. Haçlı ordusunun komutanı kış aylarının da etkisiyle, kaleyi bir türlü ele geçiremiyor. Ne yapsa, hangi yolu denese? En sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kuran bir elinde İncil, ‘Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım’ diyor.” “Neden kendi din kitabı değil yalnızca?” diye soruyor ufaklık pek şaşkın: “Müslümanların içinde Hristiyanlar da mı var?” “Öyle her şeye şaşırıp durma a çocuğum, kafanı kullan biraz, görmüyor musun sağlama alıyor komutan, iki din kitabıyla birlikte inandırıcılıkta tavan yapıyor… Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ediyorlar. Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesini buyuruyor.” Çok bozuluyor ufaklık: “Ama yemin etmişti, söz vermişti?!” “Müslümanlar da öyle diyor: "Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz" Köpürüyor bizimkisi: “Peki komutan? Ne diyor o alçak?” "Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur!" diyor. Sinirinden yerinde duramıyor ufaklık ve odada koşuştururcasına kısa bir git-gelden sonra tümcemi sonlandırıyor: “ve bütün insanları öldürtüyor…Vay kalleş, katil!” “Öyle mi ufaklık? Komutan görevini yapıyor, bir de bu açıdan bak istersen…” “Ne görevi?” “Avrupa’daki derebeylerin toprak kazanmak ve güçlerini arttırmak istemleri adına başa getirilmiş bir komutan var ortada. Dinin aracılığıyla kendisi ve diğer efendileri için yeni topraklar, yeni zenginlikler ele geçirmek yükümlülüğünün bilincinde o…ve bu örnek bize ayrıca ne anlatıyor?” “Ne?” “İnanç yoluyla insanların nasıl kandırıldığını, aldatıldığını gösteriyor.” “Ben kanmazdım!” “Aferin.” “Onca insan öldü ha…” Bizim ufaklık güç bela sürdürüyor konuşmasını: “yani sürekli… nasıl bir şey… şaka mı oluyor bu komutanınki…” “Hayır, ‘hile’ oluyor onunki. Görüyorsun, hile ile şaka karışabiliyor birbirine!” “Şaka maka istemiyorum artık!” diyor. “Ah çocuğum,” diyorum, “bu dünyada ‘yaşıyor olabilmek’ başlı başına, şaka gibi…”