İlhan İrem deyince duraksadı. Gözlerini gözlerime kısacık kilitleyip, fısıldar gibi ekledi. “Sen yine de çok kaptırma kendini.”

Şalamar

Hande Çiğdemoğlu

Saklandığı gecede gizli ayaz, saçlarının arasından esiyordu

Zehir sızıyordu yalnızlığından soğuk,

Ne yana kanatlansam,

o yana uçuyordu Şalamar

“Çok iyi bir doktor, güzel bir klinik. Evinde gibi olacaksın, çok rahat edeceksin” dedi. İtiraz edeceğimi düşünmüş olmalı, sesi incecik. “Böyle yaşamana dayanamıyorum anne, artık uyumanı istiyorum.” Bense artık huzurlu, tertemiz, sonsuz bir uyku istiyordum. Bunu bilmesine rağmen hâlâ çabalıyordu. Kıyamadım, “Peki” dedim. “Orada ev işi falan da yoktur, işime gelir.” Birlikte kahkaha attık. Güldüğünde yanağında bir tek benim görebildiğim gamzeyi kumral sakallarının arasından elimle koymuş gibi seçtim. “İş, miş yok anne. Sadece kalem defter, kitap, müzik. Hem sigara da serbest. Sen yine de çok abartmazsın değil mi?” Abartma konusunda emin değildim zira emin olamama konusunu da abartmış olabilirdim. “Birkaç saate hazır olurum” dedim. Bunu beklemiyordu, telaşlı bir “tamam” çıktı ağzından.

Çabucak yıkandım, kış üniformalarımı yani kot pantolon ve siyah kazağımı giydim. Büyükçe bir poşete birkaç giysi ile kadim dostlarım Virginia, Tezer, Ernest ve Oğuz’u attım. Boş sayfası azalmış defterimin arasına birkaç saman kâğıdı, iki de kurşun kalem koydum. Elim yatağın üstündeki disk çalara gitti, almadım. Oğlum telefonuma müzik uygulaması yükleyeceğini söylemişti, bir de kulaklık almış iyisinden. İstediğim her şarkıyı dinleyebilecekmişim. Böyle daha kolaymış. Zor olan, ne zaman ne dinlemek istediğine, ne zaman ne hissedeceğine karar vermek değil mi? Seçme özgürlüğü güzel ama tesadüfi duyguların yaşattığı büyü gibi değil. Artık kimse dört yapraklı yonca sevinci yaşatan şarkılarla karşılaşmayı beklemiyor. Böyle şarkılar yapılmıyor mu yoksa? İlk aşk kokusu anımsatan, kabuk tutan yarayı kanırtan ya da düşlerle dans ettiren şarkılar. Neyse artık söylenmiyorum, öyle karar verdim. Bak çabucak kabul ettim kendi sarmaşıklı mahpushanemden çıkıp bir odalık dünyaya girmeyi. Ne de olsa gözlerimi kapadığımda her yer, taze kapanmış bir mezar.

Yer altından fısıltılar geliyor
fısıltılar bize ninni söylüyor

Salona döndüğümde 33 sene önce kucağıma verdikleri bebek, koca koltuğa ancak sığmış, elinde telefonum, ödev yaptığı zamanlardaki gibi dudaklarını kemiriyordu. Memeden süt gelmeyince hırsla büzdüğü, kız gibi diye söylendiği pembe dudaklarına baktım. Anne olmayı hiç istememiştim. “Dünyaya neden geldiğini anlayamamışken bir diğerine sebep olmak zalimce” diyen bir kızdım. Ah gençliğin o ahkâmlarla sarmalanmış üşümez bağrı. Sonra? Sonrası buzdan bir ateş…

“Anne telefonun hazır. Birkaç liste yaptım. Handel, klarnet sololar ve tabii ki İlhan İrem.” İlhan İrem deyince duraksadı. Gözlerini gözlerime kısacık kilitleyip, fısıldar gibi ekledi. “Sen yine de çok kaptırma kendini.”

Onu bir ayin gibi dinlediğimi, çağlayan bir nehirken derbeder olup, sonra cıvıltılı bir kuşa döndüğümü bilirdi. Çocukken müzik dinlerken araya girdiği için epey azar işitmişti. Önceleri içlenir, küserdi. Sonradan anladı, bu bir tırmanış ve vardığında nefesinituttuğun bir zirve var. O an zaman duracak, dünya dönmeyi bırakacak. İlhan İrem, hayatımın her dönemecinin altına ezgisini, sözünü, ruhunu üflemiş bir kâhindi. Karanlığımı, ışık ve sevgiyle sarmalayan bir hayal kahramanı, bir masalcı. Onun iyiyken delirten, deliyken iyileştiren şarkılarıyla özüme dönerdim. Özüm ise pek aydınlık sayılmazdı.

Dışı akşam içi gündüz, yüzü bahar içinde güz
Gölgelerde gizli giz, gölgelerde gizliyiz

Bir çocuk için bu, anlaşılmaz belki de korkutucu bir şey olmalı. Pazar pikniğinde mangal başındaki babasını iştahla izleyen çocuk, tabağa neşeyle salatalık doğrayan annesinin radyoda çalan şarkıyla aniden ölümcül bir suskunluğa gömülmesini anlayamaz. Akşam ödevlerini birlikte yapıp, onu öpe koklaya uyutan bir kadının gece odasından gelen, şarkılarla karışık hıçkırık seslerini kabullenemez. Günlerce ağzını açmayan, ruhunun çaresizliğini gözlerine halka yapan da, okuldan dönerken arabayı kenara çekip çimenlerde koşan da aynı kadın. Oysa bir çocuk annesini tanımlayabilmeli, annem neşeli, öfkeli ya da suskun diyebilmeli. O diyemedi. Çünkü annesi, her devinimde başka renge giren bir rüzgârgülüydü. Büyüdükçe bu durumu kabullenmek yerine meraklandı çocuk. Geçmişten gelen bir sır, bir çocukluk sarsıntısı, genetik bir hastalık aradı. Ama bulamadı. Annesi herkes kadar acı çekmiş, herkes kadar hayal kırıklığına uğramış, herkes kadar mutlanmıştı. O halde neden böyleydi? Diğerleri kadar normal bir yaşama sahipken neden diğerleri gibi normal değildi?

Evet, kimi göveren bir yonca, kimi dikenli bir ağaç, kimi kirli bir dereydim ben. Annesiydim. Köklerinin tutkuyla birleştiği ağaçtım. Ne yazık ki çözemediği düğüm, boğazında yumru, sırtında kambur olarak kaldım, çok üzgünüm.

Yemyeşil bir deniz senin gözlerin
Ne bir sandal, ne bir ada, ne bir sahil var
Boğuluyorum…

Bunları düşününce kalbimde çağlayan şelaleler gözüme yaş diye yürüdü. Kapının ardından sessizce izledim onu. Hayatımdaki hiç kimse, onun gibi katıksız sevmedi beni. Ki saf sevgi, ötesini düşünmeden sevdiğinin elinden tutmak, yanacağını bilsen de bırakmamaktı. Beni dünyaya getirenler yaş alıp köşelerine çekilmiş, dostlarım yavaş yavaş yanımdan uzaklaşmış, hayat arkadaşım ömürlük bağımızı bir anda neşterle kesip gitmişti. Neşemi paylaşmayı hak görenler, sıra sebepsiz kederime gelince çil yavrusu gibi dağıldı. Başından beri yalnız olduğumu biliyordum. Ama oğlum bıkmadan, usanmadan, söylenmeden, kızmadan hep yanı başımda durarak beni ağır bir ağrının ortasına koyuyordu işte.

Keşke o da gitseydi. Bu dünyada tek başıma kalmak işimi kolaylaştırır, bana da dilediğimde gidebilme özgürlüğü verirdi. İşte şimdi birbirimize bağlandığımız o paslı zincir yüzünden bahsettiği kliniğe yatacağım. Umutlandığı için üzgünüm en çok da umutları boşa çıkacağı için. Zira yüzyıllık karanlığımı sonlandırabilecek bir ışığa inanmıyorum. Kendimi keşfetmeyi, izah etmeyi, savunmayı bırakalı çok oldu. Şu klinik işinin en can sıkıcı tarafı, terapi denen saçmalıklarda her şeyi sil baştan anlatmak. Artık her seferinde başka bir hikâye anlatıyorum. 55 senelik hikâye mi olur? Ben bile sıkıldım.

“Çıkalım istersen oğlum” dedim. Gönülsüzce kalktı, şimdiden pişman gibiydi. “Bir bak bakalım anne, rahat edemezsen hemen çıkışını yaparız.” Yanaklarındaki mahcup kırmızılık, gözlerindeki hüzünlü perde içimi deldi yine. “Bahsettiğin doktoru araştırdım. Beni adam edecek, inanıyorum” dedim botlarımı giyerken. “O nasıl söz? Sadece, artık mutlu ol istiyorum anne. Yoksa kime ne zararın var? Ne yaşıyorsan kendine” dedi. Haklı. Ne yaşıyorsam kendime ama derdi doğurduğuma değiyor işte.

Kapıdan çıktığımızda yağmur çiseliyordu. Hızlıca arabasına bindik. Okula geç kaldığımız sabahlar, büfeler kapanmadan sigara almaya çıktığımız akşamlar, evdeki hır gürden kaçtığımız gecelerde benim yaptığım gibi önce eli radyoya gitti. Camların buğusunu çözen bu tanıdık sesle irkilip, yüzüme baktı. Zamanın durduğu o kısacık anın ardından avazım çıktığınca şarkıya eşlik etmeye hazırlanıyordum.

Bir kapı açılır, yüzün görünür

Hayat yanılgıdır duygularında