Salvador Dali sürprizi

İBRAHİM KARAOĞLU

Yağmur kokulu bir yazdı. Nereye gitsek peşimizden geliyordu yağmurlar.

Bir uçtan diğer bir uca dolaşıp duruyorduk Avrupa’yı. Benim çoğunu ilk kez gördüğüm,

Yunus Tonkuş’un ise unutmadığı kentlerde; galerileri, müzeleri doyasıya gezip,

varsıl bir sanat şölenini yaşıyorduk.

Yolculuğumuzun son duraklarından biriydi Ehingen. Ehingen’de, Almanya’nın en büyük ve en özel galerilerinden biri olan Galeri Schlop Mochental’de mola vermiştik.

On sekizinci yüzyıldan kalma bu şatoda hiç ummadığım büyük bir sürpriz bekliyordu beni; Salvador Dali Sergisi...

Henüz açılmamıştı sergi, ama yüzlerce Dali litografisi, desenleri ve resimleri galerinin üst katındaki salonlarda, duvarların dibine dizilmiş ve asılmayı bekliyordu.

Saatlerce izledim resimleri. Doyumsuz ve bitimsiz bir rüyaydı sanki yaşadığım.

O güne dek orjinal resimlerini görmemiştim. Dali’nin. Kitaplardan, kartpostallardan, röprodüksiyonlardan, kötü basılmış posterlerden ve ansiklopedik bilgilerin arasına sıkışmış küçük fotoğraflardan tanıyordum Dali’nin resimlerini. Öğrencilik yıllarımda resim sanatı ve ressamlar üzerine yayınlanan kitaplar ve yazılar azdı. Batı’da çağdaş ressamlar üzerine yüzlerce kitap vardı, ancak ülkemize az ulaşıyor ve az çevriliyordu Türkçeye. İzmir’de yaşadığım yıllarda,eski kitapçılardan aldığım; levantenlerden ve kentte yaşayan yabancılardan kalma ikinci el kitaplardan izliyordum çağdaş sanatçıları. O dönemlerde, bekar evlerindeki duvarlara; Picasso’nun “Guernika”sı, Dali’nin “Belleğin Israrı”, Van Gogh’un “Ayçiçekleri” ve Goya’nın “Kurşuna Dizilenler”inin röprodüksiyonları asılırdı. Nedendir bilmem,Dali’nin “Belleğin Israrı” resmi ayrıntıları iyi izlenemeyecek kadar küçük kartpostallarda basılıydı. 1980’li yılların başlarında,henüz yirmili yaşlarımdaydım ve bir yaş günümü kutlamak için Venezia’da günbatımını izlerken, sevgili Işıl, Viyana’dan getirdiği bir Dali  röprodüksiyonunu hem de “Belleğin Israrı”nı armağan ettiğinde çok sevinmiştim.

O gecenin sonunda, resmin arkasına en esrik halimle bir şeyler yazmıştım. Küçük, kısa öyküler yazdığım yıllardı.Ve “Belleğin Israrı”nın arkasına; “Kuşluk vakti, güneşe karşı serilmiş ıslaklık gibi

zamanı içinde tutan ve güneş ufuktan yükseldikçe eriyen cep saatlerinin, canavar bir insan figürüyle yüzleştiği, karıncaların saldırısında akrep ve yelkovanını yitiren turuncu saatin zamanı yutan sessizliğiyle...”diye yazmıştım.

Yıllar sonra öğrendim, Salvador Dali yirmi yedi yaşında çizmiş bu resmi. Bir akşam yemeğinden sonra masasındaki camembert peynirinden arta kalanlar bakarken çizmiş  “Yumuşak Saatler’ uzayın ve zamanın yumuşak, abartılı, özgün ve eleştirel paronayak camembert peynirinden başka şey değil”miş.

Meğer, ben neler uydurmuşum o camembert peynirinden türemiş resme.

Neyse, yirmi yıl sonra Frank Weyers’in Türkçeye çevrilmiş kitabını okuyup, onun “Belleğin Israrı”na yaptığı yorumu okuyunca rahatlamıştım biraz. Unutulmaz anektodlar var Frank Weyers’in kitabında. Dali’nin eşi Gala: “Bu resme bakan bir daha unutmaz” demiş. Çok da doğru söylemiş. Çünkü, bu resim New York’ta sergilendiğinde, Dali’nin ABD’deki sanat yaşamının başlangıcı olmuş. “Dali’nin ve yapıtlarının simgesi sayılan ‘Yumuşak Saatler’, yalnızca başyapıtlarından biri değil, yirminci yüzyılın en unutulmaz tablolarından biridir.” diyor Frank Weyers, ben de katılıyorum şimdi bu söyleme.

Nedenini şimdilerde bulabildiğim, koşullanmış bir sanat anlayışıyla okumuşum yıllarca Dali’yi.

Jidanovcu sanat kuramlarından kalma bir bakışla, çok sevimsiz bulurdum üniversite yıllarımda Dali’yi.

Çünkü,1970’li yıllarda İspanya’da General Franko beş anti-faşist genci idama mahkûm ettiğinde Dali,

bir telgraf gönderip kutlamıştı Frankoyu. Yalnızca bu değil; İspanya İç Savaşı başladığında da, II.Dünya Savaşı’nda vahşeti gördüğünde de duyarlı bir duruşu olmamış Dali’nin. O zamanlar boşuna söylememiş George Orwell; “Fransa tehlikeye düştüğünde fare gibi kaçtı” diye. Belleğim bu düşüncelerle parselliyken, onca koşullanmışlığın hegemonyasını yaşarken, hiç bakmadığım kadar nesnel ve hoşgörülü bir bakışla, dünyaya yeniden bakar gibi izlemiştim Galeri Schlop Mochental’de Dali’nin resimlerini. Hem de saatlerce izlemiştim... Sonra, yıllar sonra bir yaz ikindisinde Prag’da Wenceslas Meydanı’nda, tesadüfen bir Dali Sergisi’nde  de hiç görmediğim kadar çok seramiklerini, heykellerini ve resimlerini izlemiştim. Ve onca koşullanmışlığımı bir yana bırakarak günlerce okudum Dali üzerine. Ressam, sinemacı (Luis Bunel’le “Bir Endülüs Köpeği” filmini yapmış), illistrasyoncu, tiyatro dekorcusu, kostümcü, moda tasarımcısı, sinemacı, fotoğrafçı, heykeltraş, çizgi filmci çok yönlü bir sanatçı o.

Gençliğinde biraz anarşist, biraz da komünist gibi, sonraları az biraz Troçkist, Freudyen, daha sonraları da Faşist Franco yanlısı ve döne döne katolik.

Yaşadığı dönemdeki her iyi sanat-kültür adamının en iyi dostu olmuş.

Kimler yok ki dostluk skalasında; Federico Garcia Lorca, Luis Bunuel, Picasso, Andre Breton, Paul Eluard, Max Ernst, Man Ray, Juan Miro, Tristan Tzara, Luis Aragon, Rene Magritte, Freud ve daha niceleri.

Övgülerle ve eleştirilerle yaşamış dostluklarını. Ama övgüler çoğunlukta.

En iyi dostu şair Paul Eluard’ın eşi Gala’yı baştan çıkarıp, sonra da evlenmesine karşın, dostlukları zedelenmemiş Eluard’la. Lorca’yla daha özel bir dostluğu varmış ve Lorca onun için çok uzun bir şiir yazmış. “Ey Salvador Dali, zeytuni sesli! Ben senin o çocuksu fırçanı övmüyorum. Çağının rengine dönen rengini de, ama senin sınırlı sonsuza tutkularından kıvanç duyuyorum” der şiirinin bir bölümünde. Süslü, cafcaflı bir hayatın Mağrip soyundandır Dali. Tuhaf ve çarpıcı imgelerin usanmaz müdavimidir. Gösterişi, kışkırtmayı, skandalları çok sever hep. Yaşantısındaki uçukluk sanatına, sanatındaki uçukluk hayatına bulaşmıştır. Paranoyayı hastalıklı bir durum değil; yaratıcılığının gizilgücü olarak kullanan, gerçekliği değiştirerek algılanması bilmecemsi farklı okunma biçimleriyle sunan, sanrılarla yüklü resimlerin, heykellerin yaratıcısıdır Dali. Aslında, gerçekliği sistemli bir biçimde bozarak “eleştirel paranoya”yı etkinleştirmiştir yapıtlarında. Özgür çağrışımlarla; bilinçaltının ve düşlerinin atlasını dışavurduğu resimleriyle, usun denetiminden kurtulmuş bir sanatın peşinde olmuştur hep. Gerçeküstücülüğün öncüleriyle kurduğu sıkı dostluklar daha da yüreklendirmiştir onu. Ve korkusuzca dalmıştır bilinçaltının dehlizlerine.

Yeryüzüne düşmüş sürrealist bir su damlasıydı o. Çağdaş sanatın akışına yön veren, o akışı kendi bulanıklığıyla hızlandıran bir dâhiydi. Onun gölgesi kim bilir kaç yüzyıl dolaşacak sanat dünyasında. Dali’nin orijinal resimlerini ilk gördüğümde, niye Ankara’da bir Dali Sergisi açılmaz diye düşünmüştüm.

Nice yıllar sonra gerçekleşti hayalim. Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde, büyük bir keyifle sergiledim Dali’nin “Zodyak” serisinin tamamını.

Dali’nin “Zodyak” serisindeki resimleri renkli on üç taşbaskıdan oluşuyor.

Pek çok sanatçı gibi Dali’de ilgilenmiş “Zodyak”la. Taşbaskı, rölyef ve desenler şeklinde üç değişik “Zodyak” serisi yapmış. Bunların en önemlisi taşbaskı resimler.

Yıllar önce Dali’nin Don Kişot için yaptığı resimlerinden birini gördüğümde, Cervantes’in “Korkunun kocaman gözleri vardır” aforizması canlanmıştı belleğimde. Ve zodyak üzerine çalışırken yine anımsadım bu sözü. Çünkü, zodyağı bulanlar; doğaya etkin olamamanın korkusuyla, kocaman gözleriyle, tapınaklarından gökyüzünü gözlemleyerek en çok korktukları tanrılarının ışığın arıyorlardı belki.

Nedendir bilmem; İyonlar’dan çok eski Mezopotamya uygarlıklarını düşündüm zodyağın tarihselliğini anlamaya çalışırken. Eski Mezopotamya vadisindeki teraslı piramitlere benzeyen,kerpiç ve tuğlalarla yapılmış zigguratlarda tanrıları barındırmış insanlar. Rahipler tanrılarla bu tapınaklarda buluşurken, halk da dinsel seremonilerini yaparmış zigguratlarda. Gökyüzüne ne kadar yakın olursa tapınaklar, tanrılara o kadar yaklaştıklarını sanırlarmış.

Bıkmadan, usanmadan gözlemlemişler zigguratlardan gökyüzünü.

Doğayla ilişkilerinde; sağlam bir güven duygusu yaratmak ve belki de içsel boşluklarını doldurmak için, hem korkarak, hem de arzuyla izlemişler gökyüzünü. İnsanı, doğum ve ölüm döngüsünde daha iyi anlamak ve zamana etkin olmak için dünyanın dışbükey çizgisinin en uzaklarındaki yıldızlara, gök cisimlerine düşleriyle ulaşmak istemişler. Belki de güneşin yarattığı zamanın örgüsünden kurtulup, yıldızların iksiriyle yüklü yeni zamanlar aramışlar. Yıldızların ışığını ruhlarında da hissettiklerinde, sonsuzluğu içlerinde saklamak için, zodyaktan burçlar yaratmışlar. Ruhlarının ölümle imtihanındaki korkuyla mistik pencereler açmışlar burçlarla yıldızlara. Din, fal, büyü, burçlar ve mitolojiyle sarmallaşan bir düş dünyası kurmuşlar kendilerine. Niye Dali’nin de zodyakları var?

Düşleriyle dokunamadığı bir yıldızlar kalmıştı; süslü ve cafcaflı hayatına  daha çok renk katmak için belki de...