Sanata vurulan pranga bitmiyor

Tekin Deniz 

Memlekette neredeyse bütün hafta kültür sanat konuşuldu. Ne güzel işte, daha ne isteriz ki diyebilirdik ama ne yazık ki hükümetten ve ona bağlı belediyelerden hiç de hayırlı haberler almadık. Ne oldu? Adım başı konser ve festival yasakları, adım başı liyakatsizlik hikâyeleri dinledik durduk. Herkes yanındakine dönüp hayretle: “Fakat böyle bir şey nasıl olur? Yahu bunda bir yanlışlık yok mu?” diye sordu. Özellikle son 20 yılın en popüler söylemlerimden: “Yaşam tarzına müdahale!” lafı bir kere daha yürürlüğe girdi. Peki buralara nasıl gelindi? Hadi geçmişe şöyle bir bakalım. Kültüre, sanata, yaşama karşı yapılan saldırıları birazcık hatırlayalım. 

Kasım 1965 tarihinde; Recep Bilginer, Refik Erduran, Sabahattin Kudret Aksal, Turan Oflazoğlu ve Güngör Dilmen’in katıldığı “Türkiye’de Tiyatronun Görevi” konulu açık oturum, devrin gazetelerinden öğrendiğimiz üzere, bir grup İmam Hatiplinin “Eşeğin Gölgesi” oyunuyla ilgili provokatif soruları nedeniyle iptal edildi. Bu algı operasyonları sonucu Haldun Taner yargılandı, oyunu yasaklandı. 

Yine aynı yıllarda, Devlet Tiyatrosu Altındağ bölümü oyuncuları, Reşat Nuri Güntekin’in “Hülleci” adlı piyesini kitaplık salonunda oynarlarken, arka kapıdan kitaplığa giren 3 İslam Enstitüsü Öğrencisi sahneye fırlamış: “Atatürk’ün ruhu muazzep olmuştur. Bu eser dinimize de aykırıdır. Bu eserin oynanmasını istemiyoruz.” diyerek bağırıp olay çıkarmış, oyuncuları hedef göstermişlerdi. Bu olay sahnede cereyan ederken İslâm Enstitüsü Öğrencisi oldukları sanılan 250 kişi de kitaplık binasını zorlamaya başlamış ve binayı taşlayarak camları kırmışlardı. 

SUSTURULMA ÇABASI 

Aydın Engin’in “Devri Süleyman” oyunu da güdümlü gerici grupların saldırısına uğradı. Tiyatro yakıldı, afişler yırtıldı, oyuncular ve seyirciler tartaklandı. Bu suçları işleyenler bildiğiniz üzere ceza almadı. Böylelikle sanatın karşısına hukuksuzluk eliyle sırtı sıvazlanmış bir terör yapılanması konuldu. 

Yine 1970’lerde Dostlar Tiyatrosu Çorum’un Alpagut köyündeki linyit madeninde çalışan emekçilerin haklarını konu alan “Alpagut Olayı” isimli oyunu sahneye koyduklarında, devrin iktidarının ve patronlarının güdümündeki gerici gruplar, bir kere daha oyuncuları tiyatro salonunda öldürmek istemiş, polislere ve jandarmalara saldırmış, tiyatroyu ateşe vermek istemişlerdi. 

Nâzım Hikmet’in “Yolcu” isimli piyesini sahneye koyan Gen-Ar Tiyatrosu oyuncuları da defalarca ölümle tehdit edilmiş, pek çok defa saldırıya uğramışlardı. 

Erol Toy’un “Pir Sultan Abdal” isimli meşhur oyunu da bu gerici saldırılardan nasibini aldı. Oyuncuların üzerine ateş açıldı, çıkan hengâmede ölenler oldu. Evet garip ama yine suçlular değil, saldırıya uğrayan oyuncular tutuklandılar. Tutuklanmakla da kalmadılar, bir de ağır işkence gördüler. 

Daha sonra aynı gerici gruplar tarafından, Şan Sineması’nda, “Muzır Müzikal” isimli oyun bahane edilerek, çeşitli saldırılar gerçekleştirildi. Son hamlede de sinemayı içindeki oyuncularla birlikte ateşe vermek istediler. Ferhan Şensoy ve arkadaşları kıl payı canlarını kurtardılar. Fakat ne oldu? Yine saldırganlar korundu, Ferhan Şensoy da tıpkı ustası Haldun Taner gibi yargılandı. Onun da oynadığı oyunun “halkı tahrik ettiği” söylendi ve yasaklandı. Saldırgan teröristlerin hiçbiri elbette yine ceza almadı. Peki ceza alsalardı ne olacaktı? Çok geçmeden Madımak’ta otuz altı aydın katledilmeyecek, sonrasında da Uğur Mumcu öldürülmeyecekti. Bilinçli olarak şımartılan saldırganlar, kültürün ve sanatın susturulması için birer tabanca olarak topluma karşı kullanıldılar. 

YANLIŞIN YOLUNDA GİDENLER 

Tiyatroya, müziğe, resim ve heykele yapılan saldırılar boşuna değil. Eğlencenin, kültürün, sevincin yasak edilmesi, evlerin ve meydanların günden güne daha da daracık, daha da küçücük bir hâle getirilmesi boşuna değil. Vaktiyle büyük usta Haldun Taner? 

“Gülmeyen, gülemeyen, gülerek toksinlerini boşaltamayan insanlar ve milletler hasta kaçık ve sapık oluyorlar.” demişti. Acaba idarecilerimiz hiç Haldun Taner okumuyor ve bu uyarıları dikkate almıyorlar mı? 

Sanatın ve kültürün susturulması, halk nazarında canavarlaştırılması  demek; Renklerin, seslerin, düşüncelerin, soruların ve cevapların tek ve kıstırılmış bir mengene içinde esir tutulması demek değil midir? Modern barbarlar avlarını birdenbire boğazlamıyorlar. Onları yıllar içinde kurdukları tuzağa razı ediyorlar. Dahası, işledikleri ve işleyecekleri suçları kurbanlarına kanıksatıyorlar. Ne oluyor o zaman? Vatandaş mağdurun değil suçlunun aklıyla düşünmeye teşvik ediliyor. Doğrunun değil, yanlışın yolundan gitmeye koşullandırılıyor. 

Festival yasakları, ödenekli tiyatroların ve akademilerin özerk bir yapıya bilinçli olarak kavuşturulmaması, elbette bu ülkede çok sesliliği, barışı, adaleti ve yurt sevgisini savunanların değil, kendi istikballerini, savaşı, nefreti, ötekileştirmeyi, ırkçılığı ve gericiliği körükleyenlerin işine geliyor. 

Bu çağda düşünceye pranga vurmak, köhne çağlardaki gibi yasaklara tutunmak, olsa olsa bir aczin ifadesidir. Oysa Türkiye, bu yanlış politikalara teslim edilmeyecek kadar değerlidir.