Liberali, muhafazakârı, Hasan Doğan’ın şahsında Başbakana yağcılık yarışına girmişti. Medyada o günler kazara çatlak bir ses çıksa, anında boğacak bir linç atmosferi yaratılmıştı…

“Türkiye onu attığımız her gol sonrası şeref tribününde, Cumhurbaşkanı"nın, Başbakan"ın, UEFA Başkanı"nın yanında oturduğunu unutup, çocuklar gibi ayağa fırlayan ve kendisi gibi coşku ve heyecanla fırlamış karısına sarılan adam olarak tanıdı. Türkiye bu çocuk ruhlu adamı bir anda sevdi ve onun hiç beklenmedik bir anda gelen ölümüne üzüldü. Sırf bu sahne yüzünden, hiç tanımadıkları Hasan Doğan"ın ardından ağlayanlara şahit oldum.”
Bu güzel satırlar, denk düştü mü acımasızca yerden yere vurduğumuz Hıncal Uluç’a ait. 10 Temmuz günü Sabah’ta çıkan yazının devamı ise şöyle:
“Ne var ki, medya olarak gene ipin ucunu kaçırdık. Hakkı Devrim ağabey ne güzel özetlemiş bizi. Düşünün, Türkiye Kupası"nın adının Hasan Doğan Kupası olarak değiştirilmesini teklif dahi edenler oldu. 143 günde Türk futboluna ne yapılabilir ki, bu ülkenin en büyük iki futbol olayından birinin adı hak edilsin? Bu teklif geçmişteki başkanlara saygısızlık, inkâr olmaz mı?
Orhan Şeref Apak"ın adını mesela, nereye verebiliriz o zaman. Ben Hasan Doğan"la tanışmadım. Onu yoğun eleştiriyordum. Başbakan Erdoğan ve AKP"nin tüm sivil toplum örgütlerini, bu arada Futbol Federasyonu’nu ele geçirme projesinin temel taşıydı. Başbakan ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım el ele vermişler, Özhan Canaydın ve Yıldırım Demirören hükümetin eline baktıklarından, gık diyemeyince, emellerine çok kolay ulaşmışlardı.
Doğan, Erdoğan"ın kardeş kadar yakınıydı. Kızlarının Amerika masrafların karşılayan, genç oğluna 500 bin dolara “gemicik” satan oydu. Bunlar medyada uzun uzun yer almıştı.
Bir de meşhur İsviçre maçı öncesinin planlayıcısı olma ithamlarına yanıt verememişti, zamanın federasyon asbaşkanı olarak.
Çok sevdiğim ve inandığım dostlarım Haşmet Babaoğlu, Lütfi Arıboğan ve Kerem Ertan Hasan Doğan’ı ‘yakından tanımalısın’ diye ısrar ettiler. Onlara, ‘ben spora siyaset karışmasından hep nefret ettim. Ayinesi iştir kişinin. Önce bekleyeceğim. Birkaç eylemini göreceğim. Hükümetin emri ve kontrolünde olmadığını hissedersem, o zaman ben kendim ararım’ dedim. Erken ölümü görev süresini çok kısaltınca, beklediğim gelişmeler olmadı.”
Hıncal Uluç’un bu yazısından düne kadar haberim yoktu. 10 gün önce Sabah’ta çıkmış, internetten okudum ve kendisini takdir ettim (bu bir itiraftır). Çünkü yaptığına “o günlerde” değme babayiğit cesaret edemezdi. Çünkü gazeteler, televizyonlar bu zamansız ölüme kilitlenmişti. Liberali, muhafazakârı, alayı birbirleriyle rahmetlinin şahsında Başbakan Erdoğan’a yağcılık yarışına girmişti. Medyada o günler kazara çatlak bir ses çıksa, anında boğacak bir linç atmosferi yaratılmıştı. Attıkları utanç verici, haysiyetsiz manşetler hâlâ hatırlarda, onları burada tekrarlamaktan utanç duyuyorum.
Hıncal Uluç yazısında, medyanın sergilediği bu iğrenç göze girme, yaranma kepazeliğine hiç değinmemiş. O daha çok Federasyonu’nun hangi alicengiz oyunuyla Ulusoy Hanedanı’ndan alınıp, (Fethullahçı sermayenin baronlarından “Ramsey” Gür’e kıyak olsun diye kayınçosu) Hasan Doğan’a nasıl verildiğini ve arpalık üleşimine Aziz Yıldırım ile Galatasaray ve Beşiktaşlı yöneticilerin de alet olduklarını yazıyor ki, bu bile az şey değil. Uluç tabi ‘futbol adamı’ olduğu için futbolda kalıyor. Hâlbuki daha bilip de yazmadıkları var.
Bu arada Avrupa Kupası sırasında çaktırmadan bir eski futbolcu daha yazarlığa terfi etti: Sergen Yalçın! Hem de tek bir yazıyla, bu yazının başlığı şuydu: “Bu balla biz şampiyon bile oluruz”. Nitekim takım yarıfinale kadar gitti. Sergen’in bahsettiği o bal goller atıldıkça şeref tribününde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yanında oturan türbanlı bir kadınla bir adam,  sarmaş dolaş oluyordu.
Şimdi bu fotoğrafın aslında kurmaca, düpedüz bir tezgâh olduğunu iddia edeceğim. O hanım muhtemelen hayatında ilk kez bir stadyuma gidiyor, muhtemelen hayatında ilk kez şeref tribününde otuyor ve muhtemelen hayatında ilk kez bir futbol maçı izliyordu. Ve muhtemelen o atılan gollerden çok, eşinin sevinmesine dolayısıyla “kazanmasına” seviniyordu. Onun “misyonu”; Türkiye’de yasak olan türbanı Avrupa’dan yapılan canlı yayında her kıtadan milyonlarca insana göstermekti. Zira Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de yanlarında varlığıyla bu gösteriyi onaylıyordu.
Bu zokayı hemen herkes yuttu. Bir cenazenin üstüne yağlı kemik gibi atlayanların başını haliyle Birand, Özkök, Kırca, Dündar, Barlas, Altaylı gibiler çekti. Recep Tayyip Erdoğan “bir kesme şeker atsın” diye fon müziği eşliğinde haftalarca o ne banal ağıtlar, o ne poz kesmeler. Bıkmış usanmıştık ki Paşa tutuklamaları patlak verdi de gündem değişti, kurtulduk.
Cumhuriyet tarihimizde Hasan Doğan’ın cenazesinde varılan ifrat, bir de rahmetli Atatürk’ün cenazesinde yaşanmıştı. Başlık da oradan aklıma geldi.